SONUÇ KABİLİNDEN
Daniel Guérin
İspanyol Devrimi'nin yenilgisi, anarşizmi dünyada sahip olduğu tek
sağlam zeminden mahrum bıraktı. Bu muhakemeden ezilmiş, dağılmış ve bir
ölçüde de itibarını kaybetmiş olarak çıktı.
Tarih onu sert bir şekilde ve bazı açılardan insafsızca
mahkûm etti. Aslında, Franco kuvvetlerinin zafer kazanmasının
sorumlusu anarşizm değildi (hele tek sorumlusu hiç değildi). Son
derece olumsuz koşullarda oluşturulan kır ve sanayi kolektifleri
tamamen onların artısıydı. Ancak bu deneyim hafife alındı, karalandı ve
inkâr edildi. Otoriter sosyalizm en sonunda hoşlanmadığı liberter
rekabetten kurtulmuştu ve uzun yıllar boyunca sahanın tek hâkimi
oldu. Devlet sosyalizmi, SSCB'nin 1945'de Nazizm'e karşı askeri
zaferiyle ve teknik alandaki reddedilmesi imkânsız, hatta
görkemli başarılarıyla bir süreliğine haklı çıkmış
gibi gözüktü.
Ancak, bizzat sistemin kendi aşırılıkları çok geçmeden
kendi yadsımasını yaratmaya başladı. Felç edici devlet
merkeziyetçiliğinin gevşetilmesi gerektiği, üretim
birimlerinin daha özerk olması gerektiği, işletmelerin
yönetiminde söz sahibi olmaları durumunda işçilerin
daha çok ve daha iyi çalışacakları fikri ortaya atıldı.
Tıpta "antibiyotikler" denilen şey, Stalin'in
köleleştirdiği ülkelerden birisinde gerçekleşti. Tito
Yugoslavya'sı, ülkeyi bir tür sömürge
hâline getiren ağır boyunduruktan kendisini kurtardı. Ardından,
bugün anti-iktisadi oldukları çok açıkça
görülebilen doğmaların yeniden değerlendirilmesine başlandı.
Geçmişin ustalarının kılavuzluğunda yeniden öğrenme
süreci başladı, Proudhon keşfedildi ve dikkatlice okundu. Bu,
beklentileri canlandırdı. Marx ile Lenin'in eserlerinde yer alan ama çok az
bilinen liberter düşünce alanları araştırıldı. Diğer
birçok şeyin yanı sıra, her ne kadar siyaset
sözlüğünden tamamen kaybolmadığı doğru olsa da,
içeriği boşaltılmış ayinsel bir formüle indirgenmiş olan
Devlet'in sönümlendirilmesi kavramı da
gömüldüğü yerden çıkarıldı. Yugoslavya,
Bolşevizmin kendisini aşağıdan proleter demokrasiyle tanımladığı o kısa
döneme geri dönerek, Ekim Devrimi liderlerinin başlarda
telaffuz edip daha sonra çabucak unuttukları bir kelimeyi ortaya
çıkardı: Özyönetim. Keza, devrimci yayılma sayesinde
eş zamanlı olarak Almanya ile İtalya'da ve çok daha sonra ise
Macaristan'da ortaya çıkan gelişme aşamasındaki fabrika
konseylerine yoğun bir ilgi gösterildi. İtalyan Roberto
Guiducci'nin Fransız edebiyat ve düşünce dergisi
Arguments'da
belirttiği üzere, "Stalin'in bilinen nedenlerle
sindirdiği konseyler fikrinin modern terimlerle yeniden ele
alınıp alınamayacağı" sorusu ortaya atıldı.
Cezayir sömürgelikten kurtulup bağımsızlığını kazandığında,
ülkenin yeni liderleri Avrupalıların terk ettikleri mülklerin
köylüler ve işçiler tarafından kendiliğinden işgal
edilmesini kurumsallaştırmayı düşündüler. Yugoslavya
örneği onlara esin kaynağı oldu ve bu konudaki Yugoslavya
kanunları bir model olarak benimsendi.
Eğer kanatları kırpılmazsa, özyönetim hiç
şüphesiz ki demokratik, hatta liberter eğilimlere sahip bir
kurumdur. Özyönetim, 1936-37 İspanyol kolektifleri
örneğini takip ederek, ekonomiyi üreticilerin idaresi altına
almayı amaçlar. Bu amaçla, her işletmede seçime
dayalı üç kademeli bir işçi temsiliyeti oluşturulur:
Egemen genel meclis; daha küçük ölçekli
bir danışma organı olan işçi konseyi; son olarak,
yürütme organı olan yönetim komitesi. Mevzuat,
bürokratikleşme tehdidine karşı bazı korumalar sağlar: Temsilciler
çok sık bir şekilde yeniden seçilmek için aday
olamazlar, temsilcilerin üretimle doğrudan ilgili olması
zorunludur vb. Yugoslavya'da, çok büyük işletmelerde
çalışma seksiyonları oluşturulurken, genel meclislerin
alternatifi olarak referandumlar aracılığıyla işçilere danışmak
mümkündür.
Hem Yugoslavya'da hem de Cezayir'de, en azından teorik olarak ya da
geleceğe yönelik bir umut olarak, komüne büyük
önem verilmektedir ve özyönetim altındaki
işçilerin burada temsil edilmesi için bayağı bir şey
yapılmıştır. Yine teoride, kamu meselelerinin idaresi âdemi
merkezileşmelidir ve giderek daha fazla yerel ölçekte
yürütülmelidir.
Uygulamada, bu iyi niyetli amaçların oldukça gerisinde
kalınmıştır. Bu ülkelerde özyönetim, iskeletini tek
partinin oluşturduğu diktatörce bir asker-polis devleti
çerçevesinde şekillenmektedir. Denetim ve eleştiriden
muaf olan otoriter ve himayeci bir otorite dümeni elinde
tutmaktadır. Dolayısıyla, otoriter siyasi yönetim ilkeleri ile
liberter ekonomi yönetimi ilkeleri kesinlikle uzlaşmamaktadır.
Üstelik yasama organlarının aldıkları önlemlere karşın,
işletmeler içerisinde bile bürokratikleşme eğilimi belli
ölçüde kendisini göstermektedir. İşçilerin
büyük bir kısmı özyönetime etkin şekilde katılacak
olgunluğa sahip değildir. Eğitimden ve teknik bilgiden yoksunlar, eski
ücretli işçi olma zihniyetinden kurtulamamışlar ve tüm
gücü seve seve delegelerin ellerine veriyorlar. Bu durum,
küçük bir azınlığın işletmenin gerçek
yöneticileri olmasına, kendilerine her türlü ayrıcalığı
tanımalarına ve istedikleri gibi davranmalarına imkân
vermektedir. Aşağıdan denetim olmadan yönetimi yürüten,
gerçeklikle bağlarını kaybeden, sıklıkla küstahça ve
aşağılayarak davrandıkları sıradan işçilerle bağlarını koparan
bu kesim kendisini idari mevkilerde kalıcılaştırıyor. Tüm bunlar
işçilerin moralini bozmakta, onları kendinden yönetimin
aleyhine döndürmektedir. Son olarak, devlet denetimi
çoğunlukla öylesine düşüncesizce ve baskıcı bir
şekilde uygulanmaktadır ki "özyönetim
idarecileri" genellikle hiçbir şekilde yönetim işlevi
üstlenmiyorlar. Kanuna göre aksi olması gerekirken,
özyönetim organlarının aynı görüşte olup olmadığına
pek aldırmaksızın, bu organlarının müdürlerini devlet
atamaktadır. Bu bürokratlar yönetime aşırı müdahale
etmekte ve kimi zaman eski işverenler gibi keyfi davranmaktadırlar.
Çok büyük Yugoslav işletmelerinde müdürlerin
hepsi Devlet tarafından aday gösterilir; Mareşal Tito, bu
makamları eski muhafızları arasında paylaştırır.
Dahası, Yugoslav özyönetimi mali açıdan tamamen
Devlete bağımlıdır. Devletin sağladığı kredilerle ayakta durmakta,
kârlarının ancak küçük bir kısmını harcamasına
müsaade edilmekte, gerisi ise vergi olarak bütçeye
ödenmektedir. Özyönetim sektöründen sağlanan
kazanç Devlet tarafından sadece ekonominin geri
sektörlerini geliştirmek amacıyla kullanılmamakta (ki bu gayet
adil olur), aynı zamanda fazlasıyla bürokratikleşmiş
hükümet aygıtının, ordunun, polis kuvvetlerinin ve zaman
zaman oldukça abartılı olan prestij harcamalarının finansmanı
için kullanılmaktadır. Özyönetim kapsamındaki
işletmelerin üyeleri yetersiz ücretler aldığında, bu
durum özyönetime duyulan ilgiyi köreltmekte ve kendi
ilkeleriyle çatışmaktadır.
Dahası, her işletmenin faaliyet özgürlüğü
oldukça katı bir şekilde kısıtlanmıştır, çünkü
merkezi otoritenin, halk kesimine danışmaksızın keyfi bir şekilde
hazırladığı ekonomi planlarına tabidirler. Cezayir'de
özyönetim kapsamındaki işletmeler, ürünlerinin
önemli bir kısmının ticari işleyişini Devlet'e bırakmakla
yükümlüdürler. Ayrıca bunlar, "tarafsız
teknik himaye sağlayan organlar"ın gözetim ve denetimi
altına bırakılırlar; bunların böyle olduğu varsayılır ve muhasebe
yardımı sağladıkları düşünülür, ancak uygulamada
özyönetim organlarının yerini alıp işlevlerini üstlenme
eğilimindedirler.
Genel olarak, totaliter Devlet bürokrasisi özyönetimin
özerklik iddialarına karşı soğuktur. Proudhon'un önceden
gördüğü üzere kendi dışındaki herhangi bir
otoriteye tolerans göstermesi zordur. Toplumsallaştırmadan
hoşlanmaz ve millileştirmeyi, yani Devlet görevlilerinin doğrudan
yönetimini arzular. Amacı özyönetimin alanına
tecavüz etmek, gücünü azaltmak ve aslında onu kendi
içinde eritmektir.
Keza tek parti de özyönetime karşı aynı
ölçüde şüphecidir ve aynı şekilde rakibe hoşgörü
göstermesi zordur. Eğer özyönetime kucak açarsa
bunu, onun gelişimi daha etkin bir şekilde engellemek üzere yapar.
İşletmelerin çoğunda hücrelere sahip olan parti,
yönetimde yer almaya, işçilerin seçtikleri organları
kopya etmeye ya da (seçimlerde tahrifat yaparak, aday
listelerini önceden belirleyerek) onları uysal bir araç
rolüne indirgemeye yönelik güçlü bir eğilim
sergiler. Parti, işçi konseylerinin önceden alınmış
kararları onaylamalarını sağlamaya, işçilerin ulusal
kongrelerini manipüle etmeye ve şekillendirmeye çalışır.
Özyönetim kapsamındaki bazı işletmeler, kendilerini yalıtmak,
küçük mülk sahiplerinin
birlikleriymişçesine davranmak ve yalnızca ilgili
işçilerin faydası doğrultusunda faaliyet göstermek
suretiyle otoriter ve merkeziyetçi eğilimlere tepki
gösterirler. Pastayı daha büyük dilimlere bölmek
için insan gücünü azaltmaya çalışırlar.
Uzmanlaşma yerine her şeyden az da olsa üretmeyi
amaçlarlar. Zaman ve enerjilerini, bir bütün olarak
topluluğun çıkarlarına hizmet etmek üzere tasarlanan plan
ve düzenlemeleri bir şekilde atlatmaya harcarlar. Yugoslavya'da,
hem bir teşvik unsuru olarak hem de tüketiciyi korumak amacıyla
işletmeler arasında serbest rekabete izin verilmektedir, ancak
uygulamada özerklik eğilimi göze batan eşitsizliklere ve
ekonomik akıl dışılıklara yol açmaktadır.
Böylece özyönetim, iki aşırı uç arasında
sürekli gidip gelen bir sarkaç hareketini içinde
barındırır: Aşırı özerklik ya da aşırı merkezileşme; otorite ya da
anarşi; aşağıdan denetim ya da yukarıdan denetim. Yugoslavya yıllardan
beridir özellikle merkezileşmeyi düzeltmiş, ardından
özerkliği merkezileşmeyle düzeltmiş, kurumlarını sürekli
yeniden biçimlendirmiştir, ancak "mutlu ortalama"yı
tutturmakta şimdiye kadar başarılı olamamıştır.
Eğer otoriteden ve tek partiden bağımsız, işçilerin kendi
aralarından doğan, aynı zamanda onları örgütleyen ve
İspanyol anarko-sendikalizminin ruhsal yapısıyla harekete geçen
sahici bir sendika hareketi olsaydı, özyönetimin zaafların
çoğundan sakınılabilir ya da bunlar düzeltilebilirdi.
Ancak, Yugoslavya'da ve Cezayir'de, sendikacılık ya tali ya
da gereksiz bir unsurdur veyahut Devlet'e, tek partiye tabidir. Bu
nedenle, sendikanın üstlenmesi gereken özerklik ile
merkezileşme arasındaki uzlaştırıcı olma görevini yeterince
yapamaz ve totaliter siyasi organlardan çok daha iyi bir
performans sergileyemez. Aslında, onda kendi yansımalarını gören
işçilerden doğan bir sendikacılık, merkezkaç ve merkezcil
kuvvetlerin uyumlandırılmasında, Proudhon'un ifade ettiği gibi
özyönetimin çelişkileri arasında "bir denge yaratılması"nda en etkili
organ olacaktır.
Ancak resim kapkara da görülmemelidir. Özyönetimin,
onu başarısız kılma umutlarını kaybetmemiş güçlü ve
kararlı düşmanları vardır. Ancak, bu deneyimin yaşandığı
ülkelerde oldukça dinamik olduğunu ispatlamıştır.
İşçilerin önünde yeni ufuklar açmış ve
çalışmadan zevk almayı bir nebze de olsa yeniden sağlamıştır.
İşçilerin zihinlerini, ücretlerin aşama aşama ortadan
kaybolmasını, özgür ve kendi kaderini tayin eden varlıklar
olacak üreticilerin yabancılaşmasının sona ermesini kapsayan,
sahici bir sosyalizmin temellerine açar. Bu sayede
özyönetim, ilk dönemin deneme-yanılma evresinde bile
üretkenlik artışları sağlamış ve dikkate değer olumlu
sonuçlar yaratmıştır.
Küçük anarşist çevreler, görece uzak bir
mesafede durarak, Yugoslavya ve Cezayir'de özyönetimin
gelişimini bir sempati ve kuşku karışımıyla takip ediyorlar. Kendi
ideallerinin bazı parçalarının gerçekleştirildiğini,
ancak deneyimin liberter komünizmin öngördüğü
ideal çizgilerde ilerlemediğini hissediyorlar. Tam tersine bu,
anarşizme aykırı olan otoriter bir çerçevede
denenmektedir. Bu çerçevenin özyönetimi
kırılganlaştırdığına hiç şüphe yoktur: Otoriterlik kanseri
tarafından bir hamlede yok edilme tehlikesi daima mevcuttur. Ancak,
özyönetime daha yakından ve daha önyargısız
bakıldığında, ortada cesaret verici işaretler olduğu
görülmektedir.
Yugoslavya'da özyönetim, rejimin demokratikleşmesini
destekleyen bir etkendir. İşçi sınıfı çevrelerinde
taraftar toplama konusunda daha sağlıklı bir temel yaratmıştır. Parti
bir müdürden ziyade bir ilham kaynağı olarak davranmaya
başlamıştır; parti kadroları, kitlelerin sözcülüğü
görevini daha iyi yapmakta, onların sorun ve arzularına daha
duyarlı hâle gelmektedir. Olguyu yerinde inceleme görevini
üstlenen genç bir İsviçreli sosyolog Albert
Meister'in yorumunda belirttiği gibi özyönetim, uzun vadede
bizzat tek partinin yerini alacak bir "demokrasi
virüsü" içermektedir. Meister,
özyönetimi bir "kuvvet ilacı" olarak
görür. Bu, partinin alt kademelerini çalışan
kitlelerle kaynaştırır. Bu gelişme o kadar açıktır ki, Yugoslav
teorisyenlerini bir liberteri utandırmayacak bir dil kullanmaya
yönlendirmektedir. Örneğin, bunlardan biri olan Stane Kavcic
şunları ifade ediyor: "Gelecekte Yugoslavya'da sosyalizmin vurucu
kuvveti yukarıdan aşağıya hareket eden bir siyasi parti ya da Devlet
olamaz; sahip oldukları anayasal haklar sayesinde tabandan yukarı doğru
hareket edecek halk, yurttaşlar olacaktır. Sözlerine
cesur bir şekilde devam ederek özyönetimin, "tüm
siyasi partilerin özellikleri arasında yer alan katı disiplin ve
tabi olmayı" giderek gevşettiğini söyler.
Cezayir'de eğilim pek belirgin değil, çünkü deneyim
çok daha yakın tarihli ve hâlâ sorgulanma
tehlikesiyle karşı karşıyadır. 1964 sonunda, Ulusal
Özgürlük Cephesi oryantasyon başkanı Hocine Zahouane'nin
açıkça "rehberlik organları"nı, kendilerini
özyönetim grubu üyelerinin üzerinde görmekle
ve onlara karşı otoriter bir tavır takınmakla suçlamasında bir
ipucu bulunabilir. Şöyle devam ediyordu: "Bu söz konusu
olduğunda sosyalizmden bahsedilemez. Yalnızca işçilerin
sömürü biçiminde bir değişiklik vardır." Bu
görevli, üreticilerden "üretimin gerçek
efendileri olmaya çalışmalarını" ve "sosyalizme
yabancı amaçlar doğrultusunda manipüle edilmeye" son
vermelerini isteyerek sözünü bağlıyor. Hocine
Zahouane'in daha sonra askeri bir darbeyle görevinden
uzaklaştırıldığı ve gizli sosyalist muhalefetin lider ruhu olduğu
söylenmelidir. Şu anda Sahara'nın sıcaktan kavrulan bir
bölgesinde zorunlu ikamete tabidir.[
36]
Özetlemek gerekirse, özyönetim her türden zorluklar
ve çelişkilerle karşı karşıya olmasına karşın uygulamada şu anda
bile aşağıdan yukarıya hareket ederek doğrudan demokraside kitleleri
çıraklık evresinden geçirme erdemine sahiptir; devlet
komünizminde olduğu gibi sürekli hâle gelen
köklü edilgenlik ve itaat etme alışkanlıkları, geçmiş
baskıların miras bıraktığı aşağılık kompleksi yerine onların
özgür inisiyatifini geliştiren, cesaretlendiren ve
canlandıran, onlara sorumluluk duygusu aşılayan bir erdem. Bu
çıraklık evresi zaman zaman oldukça zahmetli, ilerleme
oldukça yavaş olabilir, topluma fazladan yükler getirebilir
ve muhtemelen de biraz "kargaşaya" katlanmak gerekebilir.
Ancak birçok gözlemci, bu güçlüklerin,
gecikmelerin, fazladan yüklerin ve artan acıların, insanı
önemsiz hâle getiren, halkın inisiyatifini
öldüren, üretimi felç eden ve yüksek bedelle
elde edilen maddi gelişmelere rağmen bizzat sosyalizm fikrini
gözden düşüren devlet komünizminin sahte
düzeninden, sahte parlaklığından, sahte "etkinliği"nden daha az zararlı olduğunu
düşünmektedir.
SSCB bile ekonomik yönetim yöntemlerini yeniden
değerlendirmekte ve bugünkü liberalleşme eğilimi otoriterlik
tarafından geçersiz kılınmadığı sürece de bunu yapmayı
sürdürecektir. Kruşçev, görevinden
uzaklaştırılmadan önce 15 Ekim 1964'de, ne kadar
ürkekçe ve geç kalmış olsa da sınaî ademi
merkeziyetçiliğin gereğini kavramıştı. Aralık 1964'de,
Pravda'da "Tüm Halkın Devleti" başlıklı, "tüm halka ait olduğu söylenen" bir Devlet
biçimini "proleterya
diktatörlüğü"nden ayırt eden yapısal değişikleri
(demokratikleşmeye doğru ilerleme, kitlelerin özyönetim
yoluyla toplumun yönelimine katılması ve sovyetlerin, sendikaların
vb. yeniden diriltilmesi) tanımlamayı amaçlayan uzunca bir
makale yayınlanmıştı.
Fransız gazetesi
Le Monde, 16
Şubat 1965'de Michel Tatu'nun, "Sovyet bürokrasi aygıtını,
bilhassa da ekonomiyi etkileyen" en ciddi
kötülükleri gözler önüne seren "Temel Sorun: Ekonominin Liberalleşmesi" başlıklı bir
makale yayınlamıştı. Bu ekonominin eriştiği yüksek teknik seviye,
bürokrasinin yönetim üzerindeki iktidarını daha da kabul
edilemez kılmaktadır. Bugünkü hâliyle işletmelerin
müdürleri, en azından bir büroya ve sıklıkla da yarım
düzineden fazla büroya başvurmaksızın hiçbir konuda
karar alamamaktadır. "Otuz yıllık Stalinist planlama
sürecinde sağlanan olağanüstü teknik, bilimsel ve
ekonomik ilerlemeyi kimse tartışmamaktadır. Ancak, bu ekonominin artık
gelişmiş ekonomiler grubuna dahil olduğu, bu seviyeye ulaşmasını
sağlayan eski yapıların artık bütünüyle ve giderek daha
tehlikeli bir şekilde uygun düşmediği sonucu göz ardı
edilemez." "Kapsamlı reformlardan çok daha fazlasına
ihtiyaç vardır; her seviyede aygıta nüfuz etmiş olan
muazzam atalete son vermek için düşüncede ve
yöntemde gereken büyük bir değişiklik, bir tür yeni
bir de-Stalinleştirme." Ernest Mandel'in Fransız edebiyat ve
düşün dergisi
Les Temps Modernes'de
işaret ettiği üzere ademi merkeziyetçilik işletmelerin
müdürlerine özerklik vermekle yetinemez,
işçilerin gerçek özyönetimine yönelmelidir.
Sol görüşlü bir sosyolog olan merhum Georges Gurvitch de
benzer bir sonuca ulaşmıştı. Ademi merkeziyetçilik ve
işçilerin özyönetimi eğilimlerinin SSCB'de henüz
başladığını ve onların başarısının, "Proudhon'un sanıldığından
daha haklı olduğu"nu göstereceğini düşünmektedir.
Küba'da, merhum devletçi sosyalist Che Guevara, aşırı
merkezileşme nedeniyle başarısız olduğu sanayiyi yönetme
görevini bırakmak zorunda kalmıştı. Castro ekonomisi uzmanı olan
Fransız Rene Dumont,
Küba: Sosyalizm ve Kalkınma
kitabında, [Küba ekonomisinin] "hiper-merkeziyetçiliği"nden ve
bürokratikleşmesinden hayıflanır. Özellikle de fabrikaları
kendi başına yönetmeye çalışan ve tam tersi
sonuçlarla karşılaşan bakanlık biriminin "otoriter"
hatalarını vurgular: "Güçlü bir merkezi
örgütlenme yaratmayı denemek, uygulamada ... her
türlü şeyin yapılmasına izin vermekle sonuçlanır,
çünkü hayati olan üzerinde kontrol
sağlanamaz." Devletin dağıtım tekeli hakkında da aynı eleştiriyi
yapar: Yol açtığı felç durumundan, "eğer her
üretim birimi kendi başına doğrudan arz etme işlevini muhafaza
etmiş olsaydı" sakınılabilirdi. Küba'yı yakından
tanıyan Polonyalı bir meslektaşı, "Küba, sosyalist
ülkelerin yararsız ekonomik hatalar döngüsünü
yeni baştan tekrarlıyor" diyordu Rene Dumont'a. Yazar, Küba
rejiminin özerk üretim birimlerine ve tarımda ise
küçük çiftçi üretim kooperatifleri
federasyonlarına yönelmesi gerektiği sonucuna varıyordu.
Planlamayla gayet iyi uyumlandırılabilecek olan bu
çözümün ismini söylemekten
çekinmiyordu: Özyönetim. Ne yazık ki Rene Dumont'un
sesi henüz Havana tarafından duyulmuş değil.
Yakın zamanda liberter düşünce, kendisine çamur
atanların onu ittiği karanlıktan çıkmış bulunuyor. Dünyanın
büyük bir kısmında, günümüz insanı devlet
komünizminin kobayı olagelmiştir ve bu deneyimin ardından yeni
yeni kendisine gelmekte, silkelenmektedir. Birdenbire, canlı bir
merakla ve genellikle kazançla, anarşizmin öncülerinin
geçen yüzyılda öne sürdükleri yeni bir
özyönetimli toplum taslaklarına yöneliyor. Doğaldır ki
her şeyi birden kavrayamamakta, ancak bunlardan dersler
çıkarmakta, bu yüzyılın ikinci yarısının önüne
koyduğu görevi yerine getirirken onlardan esinlenmektedir:
Basitçe "Stalinizm" olarak adlandırılan şeyin hem
ekonomik hem de siyasi zincirlerini parçalamak ve bunu
sosyalizmin temel ilkelerinden vazgeçmeden yapmak; tam tersine
bunu yaparken, gerçek, sahici sosyalizm, yani
özgürlükle bütünleşmiş sosyalizm
biçimlerini keşfetmek (ya da yeniden keşfetmek).
Proudhon, 1848 Devrimi'nin tam ortasındayken, zanaatkârlardan "anarşi"ye giden yolu bir hamlede aşmalarını beklemenin
çok fazla olacağını zekice düşünmüştü. Bu
azami programın yerine bir asgari liberter program taslağı
hazırlamıştı: Devlet iktidarında tedrici bir azalma, kulüpler
dediği (yirminci yüzyıl insanının konseyler diyeceği) [kurumlar]
aracılığıyla halkın aşağıdan iktidarında buna koşut bir gelişme.
Günümüzün çoğu sosyalistinin az ya da
çok bilinçli amacı da böyle bir programı arayıp
bulmak olarak gözüküyor.
Her ne kadar böylece anarşizmin yeniden canlanma ihtimali belirmiş
olsa da, uzun süredir takılıp kaldığı yanlış yorumları hem teoride
hem de uygulamada çürütmediği müddetçe,
anarşizm kendini bütünüyle onarmayı başaramaz.
Gördüğümüz üzere 1924'de Joaquin Maurin,
İspanya'da anarşizmin işini bitirmek konusunda fazlasıyla
aceleciydi; anarşizmin, tamamen "sosyalist eğitim"den uzak
kaldıkları ve "kendi doğal içgüdülerine terk
edildikleri" için kitlelerin anarşizme "tutunacakları" az sayıdaki "geri kalmış
ülke" haricinde varlığını asla sürdüremeyeceğini
öne sürmüştü. Şu sonuca varıyordu: "Kendisini
geliştirmeyi, öğrenmeyi ve olayları açık bir şekilde
görmeyi başaran her anarşistin anarşistliği otomatik olarak sona
erer."
Fransız anarşizm tarihçisi Jean Maitron, "anarşi"
ile örgütsüzlüğü birbirine karıştırıyordu.
Birkaç yıl önce, çağımız "planlama,
örgütlenme ve disiplin" çağı olduğu için
anarşizmin on dokuzuncu yüzyılda ölmüş olduğunu tasavvur
etmişti. Daha yakınlarda ise İngiliz yazar George Woodcock,
anarşistleri, ölmekte olan geçmişin en çekici
özelliklerine tutunup pastoral bir gelecek görüşüne
yaslanan, tarihin egemen akışına karşı kulaç atan idealistler
olarak suçlamayı yerinde bulmuştu. Konunun uzmanı bir başka
İngiliz James Joll, anarşistlerin modasının geçtiğinde ısrar
ediyordu, çünkü fikirleri büyük
ölçekli endüstrinin gelişimine, kitlesel üretim
ve tüketime karşıydı; [çünkü] geriye
dönük bir idealize edilmiş bir zanaatkârlar ve
köylüler toplumu romantik görüşüne, yirminci
yüzyılın gerçekliklerinin ve ekonomik
örgütlenmesinin toptan reddine dayanıyordu.[
37]
Bundan önceki sayfalarda, bunun anarşizmin doğru bir resmi
olmadığını göstermeye çalıştım. Bakunin'in
çalışmaları, örgütlenmeye, özdisipline,
bütünleşmeye, federalist ve baskıcı olmayan bir
merkezileşmeye dayanan yapıcı anarşizmin mizacını en iyi şekilde ifade
ederler. [Yapıcı anarşizm], büyük ölçekli modern
endüstriye, en son tekniklere, modern proletaryaya ve dünya
ölçeğinde enternasyonalizm anlayışına dayanır. Bu anlamda
günümüze, yirminci yüzyıla aittir.
Günümüz dünyasının ihtiyaçlarıyla uyumsuz
olan anarşizm değil, pekâlâ devlet komünizmi olabilir.
1924'de Joaquin Maurin, anarşizmin tarihi boyunca "gerileme
belirtileri"ni "ani bir canlanma"nın takip ettiğini
gönülsüzce kabul ediyordu. Gelecek, bu
gönülsüz itirafın sahibi İspanyol Marksistin iyi bir
kâhin olduğunu gösterebilir.
Dipnotlar:
36 Temmuz 1969 itibariyle.
37
James Joll, bu kitabı okuduktan sonra görüşlerini bir
ölçüde gözden geçirdiğini yazara
bildirmiştir.
Çeviri: AnarşistBakış
Anarşist
Yazın Ana Sayfa --->