KISIM A.02
ANARŞİZM NEYİN TARAFTARIDIR?


İ
Ç
İ
N
D
E
K
İ
L
E
R
A.02.1 Anarşizmin özü nedir?
A.02.2 Neden anarşistler ısrarla hürriyet üstünde dururlar?
A.02.3 Anarşistler örgüt taraftarı mıdır?
A.02.4 Anarşistler "mutlak" hürriyet taraftarı mıdır?
A.02.5 Neden anarşistler eşitlik taraftarıdırlar?
A.02.6 Neden dayanışma anarşistler için önemlidir?

A.02.7 Anarşistler neden kendini-özgürleştirmeyi savunurlar?
A.02.8 Hiyerarşiye karşı çıkmadan anarşist olmak mümkün müdür?
A.02.9 Anarşistler ne tür bir toplum arzularlar?
A.02.10 Hiyerarşiyi ortadan kaldırmak ne anlama gelir ve ne kazandırır?
A.02.11 Anarşistler neden doğrudan demokrasi taraftarıdırlar?
A.02.12 Konsensus [Oybirliği] doğrudan demokrasiye bir alternatif midir?

A.02.13 Anarşistler bireyci midir, yoksa kolektivist mi?
A.02.14 Gönüllülük neden yeterli değildir?
A.02.15 Peki ya "insan doğası"?
A.02.16 Anarşizmin işlemesi için "mükemmel" insanlar mı gerekir?
A.02.17 İnsanların çoğu özgür bir toplumun işlemesi için fazlasıyla aptal değil mi?
A.02.18 Anarşistler terörizmi destekler mi?

A.02.19 Anarşistlerin sahip oldukları etik görüşler nelerdir?
A.02.20 Neden anarşistlerin çoğu ateisttir?
Çevirenin Notu: Çevirenin metine yaptığı eklemeler,
açıklamalar vb, [...] ile gösterilmiştir.
Güncelleme Notu:
Bu kısım Sıkça Sorulan Sorular kitapçığının 11.2 versiyonuna göre yenilenmiştir.
Şubat 2007


Percy Bysshe Shelley'in şu sözleri anarşizmin pratikte neyin taraftarı olduğu ve hangi ideallerin onu yönlendirdiği hakkında bir fikir verecektir:

İnsanın erdemli ruhu,
kederli bir salgın hastalık gibi olan,
neye dokunursa kirleten,
gücü;

Ve zekâ, erdem, özgürlük ile doğrunun düşmanı,
insanı ve insan mizacını köleleştiren,
mekanikleşmiş bir robot üreten,
boyun eğmeyi;

ne kullanır, ne de onu kullanana itaat eder.
Shelley'nin satırlarının ortaya koyduğu gibi, anarşistler hem kendileri için hem de diğerleri için özgürlüğe en yüksek önceliği verirler. Aynı zamanda bireyselliğin --yani her bir insanı biricik yapan niteliğin-- insanlığın en önemli yanı olduğunu düşünürler. Fakat aynı zamanda bireyselliğin bir boşlukta var olmadığının, toplumsal bir fenomen [phenomenon, olgu] olduğunun da farkındadırlar. Toplumun dışında bireysellik mümkün değildir, çünkü bir kimsenin onu yaymak, geliştirmek ve büyütmek için diğer insanlara gereksinimi vardır.

Bunun da ötesinde, bireysel ve toplumsal gelişme arasında karşılıklı [reciprocal, iki yönlü] bir etkileşim vardır; bireyler toplumun içinde büyür ve belirli bir toplum tarafından şekillendirilir; aynı zamanda da kendi fikir ve davranışlarıyla yaşadıkları toplumun (ve kendilerinin ve toplumu oluşturan diğer bireylerin) şekillenmesine ve belli yönlerinin değişmesine neden olurlar. Özgür bireylere, onların umutlarına, düşlerine ve fikirlerine dayanmayan bir toplum, ancak boş bir kelimedir ve ölüdür. Bu nedenle, "insanoğlunun oluşumu, ... hem toplumun, hem de bireyin katıldığı kollektif bir süreçtir" (Murray Bookchin, The Modern Kriz, s. 79). Sonuç olarak, kendini sadece toplum veya birey üzerinde temellendiren herhangi bir siyasi kuram yanlıştır.

Anarşistler, bireyselliğin olabildiğince gelişmesi için şu üç ilkeye dayanan bir toplumun oluşturulmasının asli olduğunu savunurlar; hürriyet, eşitlik ve dayanışma. Bu nedenle, komünist-anarşist Peter Kropotkin'i, "Hürriyet, Eşitlik ve Dayanışma güzel kelimeleriyle" esinlenen bir devrimden bahsederken görürüz (Ekmeğin Fethi, s. 128). Bireyci-anarşist Benjamin Tucker, anarşizmin "Sosyalizm, ... gerçek Sosyalizm, Anarşist Sosyalizm'de: Hürriyet, Eşitlik ve Dayanışma'da ısrar ettiği"ni söylerken benzer bir görüşü dile getirir (Kitap Yerine, s. 363). Bu üç ilke birbiriyle bağlantılıdır.

Hürriyet, insan zekâsının, yaratıcılığının ve onurunun tam olarak olgunlaşması için temeldir. Bir başkası tarafından hükmedilmek [tahakküm altına alınmak], bireyin kendi bireyselliğini geliştirmesinin yegâne yolu olan kendi iyiliği için düşünme ve davranma şansının reddedilmesi demektir. Tahakküm aynı zamanda yaratıcılık ve bireysel sorumluluğu ortadan kaldırarak, konformizme ve sıradanlığa neden olur. İşte bu nedenle, bireyselliğin gelişmesini azamileştirecek bir toplum, baskı ve otoriteye [authority, yetkeye] değil gönüllü birliklere dayanmalıdır. Proudhon'dan alıntılarsak, "Tümü ilişkili ve tümü özgür". Ya da Luigi Galleani'nin ifade ettiği gibi, anarşizm "birliğin bağımsızlığı içerisinde bireylerin özerkliği[dir]" (Anarşizmin Sonu Mu?, s. 35) (Daha fazlası için bakınız Kısım A.02.2 - Neden anarşistler ısrarla hürriyetin üstünde dururlar?).

Hürriyet bireyselliğin olabildiğince gelişmesi için [ne kadar] önemli ise, eşitlik de gerçek [genuine] bir özgürlüğün var olması için [o kadar] önemlidir. Büyük güç, refah ve ayrıcalık eşitsizliklerinin varolduğu sınıf-katmanlı, hiyerarşik yapıdaki bir toplumda gerçek anlamda bir özgürlük olamaz. Çünkü böyle bir toplumda ancak --hiyerarşinin tepesindeki-- bir azınlık nispeten özgürken, diğerleri ise yarı köle durumundadırlar. Sonuç olarak eşitlik olmadan özgürlüğün olması ancak bir eşek şakasıdır --[yani] en fazlasından kapitalizmde olduğğu gibi sahibini (patronunu) seçme "özgürlüğü". Bunun da ötesinde, bu koşullar altında elit [seçkin] sınıflar bile gerçekte özgür değildirler; çünkü [onlar] çoğunluktan soyutlanmış, tiranlık yüzünden kısırlaşmış ve çirkinleşmiş [olan] durağan bir toplumda yaşamak zorundadırlar. Bireyselliğin en azami şekilde diğer özgür bireylerle [kurulan] iletişim sayesinde gelişmesi nedeniyle, elit sınıf mensuplarının kendi gelişme imkanları da ilişkiye geçebildikleri az sayıdaki özgür insanla sınırlıdır. (Kısım A.02.5'e de bakınız - Neden anarşistler eşitlik taraftarıdırlar?)

Son olarak, dayanışma ise karşılıklı yardımlaşma [mutual aid] demektir; aynı amaç ve çıkarları paylaşanlarla birlikte gönüllü ve kooperatif [işbirliği içinde, ortaklaşa] şekilde çalışmak. Fakat özgürlük ve eşitlik olmadan, toplum alt sınıfların üst sınıflarca tahakküm altında tutulmasına dayanan, çatışan sınıflardan oluşan bir piramide dönüşür. Böyle bir toplumda, kendi toplumuzdan da bildiğimiz üzere, "hükmet ya da hükmedilmeyi kabullen", "kendi çıkarını gözet" ve "herkes kendine" [geçerlidir]. Aşağıdakilerin yukarıdakilere özendiği, yukarıdakilerin ise aşağıdakilerden korktuğu bu "arızalı [rugged] bireysellik", topluluk duygusunun yokolması pahasına öne çıkarılır. Bu koşullar altında topluma yayılmış bir dayanışma mümkün değildir; ancak çıkarları birbiri ile çelişen sınıfların [kendi] içlerinde kısmi bir dayanışma mevcuttur, ki bu aslında bir bütün olarak toplumu zayıflatmaktadır. (Kısım A.02.6'ya da bakınız - Neden dayanışma anarşistler için önemlidir?)

Dayanışmanın kendini feda etmek veya kendini yadsımak demek olmadığına dikkat edilmelidir. Errico Malatesta'nın açıkladığı gibi;

"Biz hepimiz egoistiz, hepimiz kendi tatminimizi amaçlarız. Fakat anarşist en büyük tatmini herkesin iyiliği için; sağlıklı, zeki, eğitimli ve mutlu insanlar, kardeşler arasında olabileceği bir toplumun kurulması için mücadele etmekte bulur. Fakat köleler arasında yaşamaya ve kölelerin emeğinden kârını çıkarmaya uyum sağlayan, bundan memnun olan birisi anarşist değildir, olamaz." (Errico Malatesta: Yaşamı ve Fikirleri, s. 23).
Anarşistler için gerçek refah diğer insanlar ve üzerinde yaşadığımız gezegendir. Veya, Emma Goldman'ın sözleriyle, bu "yararlı ve güzel şeylerden, içinde yaşamayı arzulayacağımız güçlü, güzel bedenler ve çevre yaratmaya yardım eden şeylerden oluşur. ... {Bizim} amacımız bireyin tüm gizli güçlerinin olabildiğince özgür bir şekilde ifade edilmesidir. ... İnsan enerjisinin böylesine özgürce sergilenmesi ancak tam bir bireysel ve toplumsal özgürlük altında mümkündür", diğer bir deyişle "toplumsal eşitlik" altında (Kızıl Emma Konuşuyor, s. 67-8).  

Yine bireyselliğe yüceltmek, anarşistlerin insanların veya fikirlerin toplumun dışında geliştiklerini savunan idealistler oldukları anlamında gelmez. Bireysellik ve fikirler, insanların etkin bir şekilde inceleyip, değerlendikleri maddi ve entelektüel etkileşimler sonucunda toplumun içinde oluşur ve gelişirler. Bu nedenle anarşizm, fikirlerin toplumsal etkileşim ve bireylerin zihinsel faaliyetleri sonucunda gelişip büyüdüğünü kavrayan materyalist bir kuramdır (idealizme karşı materyalizmin klasik bir tartışması için Michael Bakunin'in Tanrı ve Devlet'ine bakınız).

Bu ise anarşist toplumun tanrısal [deity] veya aşkın [transcendental, deneyin/insan bilincinin sınırlarını aşan] bir ilkenin değil, insanoğlunun bir yaratısı olacağını söylemek demektir, çünkü "hiçbir şey kendi kendisini düzenlemez; özellikle de insan ilişkilerinde bu geçerlidir. Düzenlemeyi yapanlar insanlardır ve bunu kendi tavırlarına ve şeyleri anlamalarına göre yaparlar" (Alexander Berkman, Anarşizmin ABC'si, s. 185).

Bu nedenle, anarşizm kendisini, fikirlerin gücü; insanların doğru olduğunu düşündükleri şekilde davranma ve buna göre yaşamlarını dönüştürme yetileri üzerinde temellendirir. Diğer bir deyişle, hürriyet [temelinde].
 

A.02.1. ANARŞİZM ÖZÜ NEDİR?

Daha önce gördüğümüz üzere, "an-archy", "yönetenler olmadan" veya "(hiyerarşik) otorite olmadan" anlamlarına gelir. Anarşistler özellikle bilgili, yetenekli veya zeki olan uzmanlar anlamındaki "otoritelere" --her ne kadar bu tip otoritelerin, diğerlerini kendi tavsiyelerini takip etmeye zorlayan bir yetkeye sahip olmaması gerektiğine inansalar da-- karşı değildirler (bu ayrım üzerine daha fazla ayrıntı için kısım B.01'e bakınız). Kısacası, anarşizm otoriterlik karşıtlığıdır [anti-authoritarianism].

Anarşistler otoriterlik-karşıtlarıdırlar, çünkü hiçbir insanın bir diğerine hükmetmemesi gerektiğine inanırlar. L. Susan Brown'un sözleriyle, anarşistler, "insan bireyinin değerine ve onun doğasında var olan [inherent] asalete" inanırlar (Bireyciliğin Siyaseti, s. 107). Tahakküm özü itibariyle aşağılayıcı ve onur kırıcıdır, çünkü [hükmetme] hükmedilenin irade ve yargı yetisini hükmedenin irade ve yargı yetisine tabii kılar; ve böylece de yalnızca kişisel özerklik [autonomy] ile oluşabilecek şeref ve özsaygıyı [self-respect] yok eder. Bunun da ötesinde, hükmetme, eşitsizlik, yoksulluk ve toplumsal çöküşün kaynağı olan sömürüyü mümkün kılar ve genellik de sömürüye neden olur.

Diğer bir deyişle, anarşizmin özü (olumlu bir şekilde ifade etmek için) [bireylerin] hürriyet ve bireyselliğini azami kılmak için [yapılan] özgür işbirliğidir.

Eşitler arasındaki işbirliği otoriterlik-karşıtlığının anahtarıdır. "Diğerlerinde de görmedikçe ve diğerleri için de [bunun] gerçekleşmesi için işbirliği yapmadıkça; hiçbir birey kendi insanlığının farkına varamaz ve sonucunda da bunu kendi yaşamı boyunca gerçekleştiremez" olduğu için; işbirliği sayesinde, biricik [unique, tek, eşsiz] bireyler olarak doğuştan sahip olduğumuz değeri geliştirebilir ve koruyabilir, yaşamlarımızı ve hürriyeti de zenginleştirebiliriz. "Benim özgürlüğüm herkesin özgürlüğüdür; çünkü benim özgürlüğüm ve benim haklarım, eşitlerim olan tüm erkekler {ve kadınlar}ın özgürlük ve haklarıyla teyit edilmedikçe ve onaylanmadıkça, ben gerçek anlamda düşüncede ve eylemde özgür değilimdir" (Michael Bakunin, Anarşi'de Malatesta'nın alıntısı, s. 30)

Anti-otoriter olmakla beraber, anarşistler insanların toplumsal bir mizaca sahip olduklarının ve birbirini karşılıklı olarak etkilediklerinin de farkındadırlar. Bu karşılıklı etkinin "otoritesi"nden kurtulmak mümkün değildir, çünkü Bakunin'in bize hatırlattığı üzere:

"[b]u karşılıklı etkinin ortadan kaldırılması ölüm demektir. Ve biz, kitlelerin özgürlüğünü savunduğumuzda, bireylerin ya da birey gruplarının [diğerlerine] yaptığı doğal etkilerin hiçbirinin ortadan kaldırılmasını önermiyoruz. Bizim ortadan kaldırılmasını savunduğumuz etkileler, suni, ayrıcalık yaratan, yasal, resmi olanlardır" (Anarşi'de Malatesta'nın alıntısı, s. 51).
Diğer bir deyişle, hiyerarşik otoriteden kaynaklanan etkiler.
 

A.02.2. NEDEN ANARŞİSTLER ISRARLA HÜRRİYET ÜSTÜNDE DURURLAR?

Bakunin'in sözleriyle anarşist, "insanoğlunun zekâ, onur ve mutluluğunun gelişebilmesi ve büyüyebilmesi için gerekli yegâne koşul olduğunu düşündüğü özgürlüğün fanatik aşığı"dır (Michael Bakunin: Seçme Yazılar, s. 196). İnsanların düşünen yaratıklar olması nedeniyle onların hürriyetini reddetmek, onların kendi başına düşünmesini reddetmek demektir; ki bu da onların bizzat insan olarak varlıklarını yadsımaktır. Anarşistler için özgürlük insanlığımızın bir ürünüdür, çünkü:

"açık bir gerçektir ki, ... kendisinin [ve] diğerlerinden farklı olduğunun bilincinde olan kişi özgürce hareket etme arzusunu geliştirecektir. Hürriyet ve kendini ifade etmek için aşırı tutkulu olmak, çok temel ve baskın bir özelliktir" (Emma Goldman, Kızıl Emma Konuşuyor, s. 439).
İşte bu nedenle anarşizm, "bireyin kendine saygısının ve bağımsızlığının, otorite [yetke] tarafından yaratılan tüm kısıt ve saldırılardan kurtarılmasını önerir. İnsan ancak özgürken, tüm benliğini büyütebilir [geliştirebilir]. Ancak özgürken, düşünmeyi ve eylemeyi öğrenir ve kendisinin en iyisini ortaya koyabilir. [İnsan] ancak özgürken, insanları birbirine kenetleyen ve aslında normal bir toplumsal hayatın gerçek temelleri olan toplumsal bağların gerçek gücünün farkına varabilir" (age, s. 72-3).

Bu nedenle, anarşistler için özgürlük temel olarak kendi usulleriyle kendileri için iyi olanı gerçekleştirmeye çalışan bireylerdir. Bunu yapmak, kendilerine ve kendi yaşamlarına dair kararlar vermeleri demek olduğu için, bireylerin eylemliliğini ve gücünü ortaya çıkarır. Sadece özgürlük bireysel gelişmeyi ve çeşitliliği temin edebilir. Bunun sebebi, bireylerin kendilerini yönetirken ve kendi kararlarını alırken zihinlerini çalıştırmalarıdır; ve bunun ise söz konusu bireyleri geliştirmek ve teşvik etmekten başka bir etkisi olamaz. Malatesta'nın ifadesiyle, "insanların özgürlüklerini ve kendi çıkarlarını idare etmeyi öğrenmesi için, kendi başlarına hareket etmeleri, sonuçları iyi ya da kötü kendi eylemlerinin sorumluluğunu hissetmeleri gerekir. Hata yapacaklardır, ancak sonuçlara bakarak nerede hata yaptıklarını anlayacak ve yeni yollar deneyeceklerdir" (Fra Condotini, s. 26).

Yani, bir toplumsal bir ürün olan ve ancak topluluk [community, cemaat] içinde ve onun vasıtası ile başarılabilecek özgürlük  bir kimsenin bireysel potansiyelini azami şekilde geliştirmesinin ön koşuludur. Sağlıklı, özgür bir topluluk özgür bireyler üretecektir ve bu da topluluğu şekillendirecek ve onu oluşturan insanlar arasındaki toplumsal ilişkileri zenginleştirecektir. Toplumsal olarak üretilen hürriyetler, "yasal olarak bir kağıt parçası üzerine yazılı oldukları için değil, insanların içine işlemiş alışkanlıklar haline geldikleri için ve onları zayıflatmak için yapılan herhangi bir teşebbüs halkın şiddetli direnciyle karşılaştığı için var olmuşlardır ... Bir kimse bir insan olarak onurunu nasıl savunabileceğini bilirse, diğerlerinden saygı talep edebilir. Bu sadece özel yaşamda değil, aynı zamanda politik yaşamda da her zaman doğrudur". Aslında, "bizler bugün az ya da çok faydalandığımız tüm siyasi hakları ve ayrıcalıkları hükümetlerin iyi niyetlerine değil, kendi gücümüze borçluyuz" (Rudolf Rocker, Anarko-sendikalizm, s. 75).

İşte bu nedenle anarşistler "Doğrudan Eylem" taktiğini desteklerler (bakınız Kısım J.02), çünkü, Emma Goldman'ın söylediği gibi, "almayı arzuladığımız kadar hürriyetimiz var. Anarşizm bu nedenle doğrudan eylemi, tüm ekonomik, toplumsal ve ahlaki yasa ve sınırlamara açıkça meydan okunmasını ve bunlara karşı direnilmesini savunur". Bu, "bütünlük, kendine güvenme ve cesaret {gerektirir}. Kısacası, özgür, bağımsız ruhlar gerektirir" ve "ancak inatçı bir direniş en sonunda bizi özgürleştirebilir. İş yerindeki otoriteye karşı doğrudan eylem, yasanın otoritesine karşı doğrudan eylem, ahlaki yasanın saldırgan, işgüzar otoritesine karşı doğrudan eylem, Anarşizm'in mantıksal, tutarlı bir yöntemidir" (Kızıl Emma Konuşuyor, s. 76-7).

Doğrudan eylem, diğer bir deyişle, şimdi ve burada baskıya karşı direnmek için kullanılan, hürriyetin bir uygulamasıdır ve keza özgür bir toplum yaratmanın aracıdır. Hürriyetin yeşereceği gerekli bireysel anlayışı ve toplumsal koşulları yaratır. Hürriyet ancak topluma karşıt olarak değil onun içinde gelişeceği için, her ikisi de aslidir. Bu nedenle Murray Bookchin şöyle yazar:

"Belli bir tarihsel dönem içinde insanların sahip olduğu özgürlük, bağımsızlık ve özerklik köklü toplumsal geleneklerin ve ... kolektif bir gelişimin ürünleridirler --bu, bireylerin bu gelişmede önemli rolleri olduğunu reddetmek demek değildir; aksine gerçekte eğer özgür olmayı arzuluyorlarsa kaçınılmaz olarak böyle olması gereklidir" (Toplumsal Anarşizm ve Yaşamtarzı Anarşizm, s. 15).
Ama özgürlük içinde büyüyüp, gelişebileceği doğru bir toplumsal çevre [ortam] çeşidi gerektirir. Böyle bir çevre merkezsizleşmiş ve işi yapanların iş üzerinde doğrudan yönetimine dayanıyor olmalıdır. Çünkü merkezileşme baskıcı otorite anlamına gelirken, kendinden-yönetim [self-management, özyönetim] ise özgürlüğün özüdür. Kendinden-yönetim, işe dahil olan bireylerin bütün yetilerini --özellikle de zihinsel olanlarını-- kullanmasını (ve böylece de geliştirmesini) temin eder. Hiyerarşi ise aksine dahil olan bütün bireylerin faaliyet ve düşüncelerinin yerine bir azınlığın eylem ve düşüncelerini ikame eder. Bu nedenle hiyerarşi, onların yetilerini tam olarak geliştirmek yerine, çoğunluğu marjinalize eder ve onların gelişimlerinin körleşmesini sağlar (bakınız Kısım B.01).

İşte bu nedenledir ki anarşistler hem kapitalizm hem de devlete karşı çıkarlar. Fransız anarşisti Sebastian Faure'nin ifade ettiği üzere, otorite "kendisini iki temel biçimde takdim eder: siyasi biçim, yani Devlet; ve ekonomik biçim, yani özel mülkiyet" (Peter Marshall'ın alıntısı, İmkansızı İstemek, s. 43). Kapitalizm ise, aynen devlet gibi, asıl amacı işi yapanları işin yönetiminden soyutlamak olan merkezileşmiş bir otoriteye dayanır (yani patronun işçi üstündeki [otoriteye]). Bunun anlamı ise, "işçilerin gerçek, nihai, tam özgürlüğünün tek bir koşula bağlı olduğudur: işçilerin her yönden sermayeye, yani toprak da dahil olmak üzere, hammadde ve tüm emek araçlarına el koyması" (Michael Bakunin, Rudolf Rocker'ın alıntısı, Anarko-Sendikalizm, s. 50).

Bu nedenle Noam Chomsk'nin belirttiği üzere, "tutarlı bir anarşizm, emeğin özgürce üstlenilmesi ve üreticinin kontrolü altında olması ilkesiyle uyumlu olmaması nedenlerinden ötürü üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete ve bu sistemin bütünleyici bir parçası olan ücretli köleliğe karşı çıkmalıdır" ("Anarşizm Üzerine Notlar", Devletin Nedenleri Üzerine, s. 158).

Böylece anarşistler için hürriyet, bireylerin ve grupların kendinden-yönetime işlerlik kazandırabilecekleri, yani kendi kendilerini yönetecekleri, otoriter olmayan bir toplum demektir. Bunun içerdiği anlam önemlidir. Birincisi, bu anarşist toplumun zorlayıcı olmayacağı anlamına gelir, yani şiddet veya şiddet tehdidi bireyleri herhangi bir şeyi yapmaya "razı etmek için" kullanılmayacaktır. İkincisi,bu, anarşistlerin bireysel egemenliğin samimi destekçisi oldukları anlamına gelir; ve bu destek nedeniyle anarşistler zorlayıcı bir otoriteye dayanan kurumlara, yani hiyerarşiye karşı çıkarlar. Ve nihayet, anarşistlerin "hükümet"e karşı çıkmalarının, yalnızca merkezi, hiyerarşik, bürokratik örgütlenmelere veya hükümetlere karşı çıkmak olduğunu ifade eder. Gücün "temsilcilere" havale edilmesi yerine, doğrudan demokrasiye dayandıkları sürece, anarşistler merkezsizleşmiş konfederasyonlar, taban örgütlenmeleri [grassroots organizations] aracılığı ile oluşturulmuş kendinden-yönetime karşı çıkmazlar. Otoritenin hürriyetin zıttı olması nedeniyle, gücün havale edilmesine dayanan her örgütlenme biçimi, bu güce bağlı [idaresi altında] olan insanların onuruna ve hürriyetine karşı bir tehdittir.

Anarşistler, özgürlüğün insan onuru ve çeşitliliğinin serpilebileceği yegâne toplumsal ortam olduğunu savunurlar. Kapitalizm ve devletçilik altında ise, özel mülkiyet ve hiyerarşinin bireylerin çoğunun eğilimlerini ve yargılarını efendilerin iradesine mahkum bırakması, onların özgürlüklerini ciddi bir şekilde kısıtlaması ve "her bireyde saklı kalan tüm maddi, entelektüel ve ahlaki güçlerin tam gelişmesini" (Bakunin, Anarşizm Hakkında Bakunin, s. 261) imkansız kılması nedenleriyle, çoğunluk için özgürlüğe yer yoktur (kapitalizm ve devletçiliğin hiyerarşik ve otoriter doğasının daha ayrıntılı bir tartışması için bakınız Kısım B).
 

A.02.3. ANARŞİSTLER ÖRGÜT TARAFTARI MIDIR?

Evet. Birlik olmadan gerçek bir insani yaşam mümkün değildir. Hürriyet, toplum veya örgütlenme olmadan varolamaz. George Barrett'in işaret ettiği üzere:

"Hayatın tam anlamını kavramak için işbirliği yapmalıyız [co-orporate]; ve işbirliği yapmak için kendi arkadaşlarımızla anlaşmalar yapmak zorundayız. Ama bu gibi anlaşmaların özgürlüğün kısıtlanması demek olduğunu iddia etmek kesinlikle saçmadır; aksine onlar özgürlüğümüzün kullanımlarıdırlar [uygulanmasıdırlar].

Eğer anlaşmalar yapmanın özgürlüğe zarar verdiği şeklinde dogmalar icat edeceksek ve bu [da] insanın en sıradan günlük hazzını yasaklamak demek olacağı için; bu, özgürlüğün zorbaca [tyrannical] olması demektir. Örneğin arkadaşımla yürüyüşe çıkamam, çünkü onunla buluşmak için belli bir zamanda, belli bir yerde bulunma şeklinde bir anlaşma yapmam gerekir, ki bu Hürriyet ilkesine aykırıdır. [Bu durumda] kendi gücümü zerre kadar dahi kendimin ötesine genişletemem; çünkü bunu yapmak için başkalarıyla işbirliği yapmam gerekir ve işbirliği yapmak anlaşma demektir ve anlaşma ise Hürriyet'e karşıdır. Bu argümanın saçmalığı hemen fark edilecektir. Arkadaşımla yürüyüşe çıkmak üzere anlaştığımda kendi hürriyetimi kısıtlamıyorum, basitçe onu kullanıyorum".

Öte yandan eğer ben üstün bilgim sayesinde arkadaşımın egzersiz yapmasının onun için iyi olduğunu karar verdiysem ve bu nedenle de onu yürüyüş yapmak için zorlamaya teşebbüs edersem, işte o zaman özgürlüğü sınırlamaya başlamış olurum. Bu, özgür anlaşma ile hükümet arasındaki fark budur" (Anarşizme Karşı İtirazlar, s. 348-9).

Örgüt söz konusu olduğunda, anarşistler "otoriteyi yaratmak bir yana, (bu) ona karşı tek çözüm yoludur; her birimizin kolektif bir çalışmaya aktif ve bilinçli bir şekilde katılmaya alışmasının ve liderlerin ellerinde pasif birer araç olmamızı sona erdirmenin tek yoludur" (Errico Malatesta, Errico Malatesta: Yaşamı ve Fikirleri, s. 86) [derler]. Yani anarşistler bir yapı içerisinde ve açık bir şekilde örgütlenmenin gerekliliğinin pekala farkındadırlar. Carole Ehrlich'in belirttiği gibi, anarşistler "yapıya karşı değilken" ve basitçe "hiyerarşik yapıyı yıkmak isterlerken", "daima hiçbir yapıyı istemeyen örnekler olarak [gösterilmişlerdir]". İşin aslı böyle değildir, çünkü "hesap verebilirlik, iktidarın olası en fazla sayıda insan arasında dağılması, görev rotasyonu, beceri paylaşımı ve bilgi ile kaynakların yayılması üzerine inşa edilen örgütlenmeler iyi toplumsal anarşist örgütlenme ilkeleri"ne dayanır! ("Sosyalizm, Anarşizm ve Feminizm", Sessiz Dedikodular: Anarka-Feminist Okumalar, s. 47 ve s. 46).

Anarşistlerin örgüt taraftarı olması ilk bakışta garip gelebilir, ancak bu anlaşılabilir bitr şeydir. İki Britanyalı anarşistin dediği gibi, "sadece otoriter örgüt deneyimi olanlar için, örgütlenme ancak totaliter veya demokratik olabilir ve hükümete inanmayanlar bu nedenle örgütlenmeye de hiçbir şekilde inanmıyor gözükürler" (Stuart Christie ve Albert Meltzer, Anarşizmin Bent Kapakları, s. 122). Diğer bir deyişle, yaşadığımız toplumdaki hemen hemen tüm örgüt biçimlerinin otoriter olması nedeniyle, [otoriter örgütlerin] tek olası çeşit gibi görünür. Genellikle fark edilmeyen şey, bu örgüt tarzının tarihsel olarak belirlendiği; belirli bir toplum çeşidinden --itici ilkelerinin tahakküm ve s&oumml;mürü olduğu [bir toplum çeşidinden]-- kaynaklandığıdır. Arkeologlara ve antropologlara göre, yönetici sınıfı besleyen artık değerin köle emeğiyle yaratıldığı, fetih ve köleliğe dayanan ilk ilkel devletlerde ortaya çıkan bu toplum tipinin 5000 yıllık bir geçmişi vardır.

Bu zamana gelinceye kadar [geçen] yüzbinlerce yıl süresince ise karşılıklı yardımlaşmayı, üretken kaynaklara serbest ulaşabilmeyi ve komünal emeğin ürünlerinin gereksinimler dahilinde paylaşmayı içeren koperatif ekonomik faaliyet biçimine dayanan; insan ve proto-insan toplumları --Murray Bookchin'in "organik" olarak adlandırdığı-- [vardı]. Her ne kadar bu toplumlarda da muhtamelen yaşa bağlı [toplumsal] konumsal sıralamaları olsa da; zorla, baskı [cezalandırma] ile dayatılan ve bir sınıfın diğer bir sınıf tarafından ekonomik sömürüsünü içeren sınıf-tabanlı bir katmanlaşmaya neden olan, kurumsallaşmış tahakküm-tabi olma ilişkileri anlamında hiyerarşiler bulunmuyordu (Murray Bookchin'in Özgürlüğün Ekolojisi adlı eserine bakınız).

Ama anarşistlerin "Taş Devrine geri dönmeyi" öğütlemedikleri de vurgulanmalıdır. Biz sadece hiyerarşik-otoriter örgütlenme tarzının insanın toplumsal evrimi boyunca görece yeni bir gelişme olması nedeniyle, onun bir şekilde kalıcı olmak "zorunda" olduğunu [iddia etmenin] anlamlı olmadığına dikkat çekiyoruz. Ortada hiçbir geçerli kanıt yokken, insanoğlunun otoriter, rekabetçi ve saldırgan davranmak için "genetik olarak" programlandığını düşünmüyoruz. Aksine bu tip davranış toplumsal olarak belirlenmiştir veya öğretilmiştir ve bu nedenle de öğretilmeyebilir de [tersi de öğretilebilir anlamında] (Ashley Montagu'nun İnsan Saldırganlığının Doğası adlı eserine bakınız). Biz ne kaderciyiz, ne de genetik belirlemeciyiz; toplumu örgütlemenin [kurumsallaştırmanın] yolları da dahil olmak üzere, insanların şeyleri yapma tarzlarını değiştirebilecekleri anlamına gelen özgür iradeye [will, istenç] inanıyoruz.

Ve toplumun daha iyi örgütlenmesi gerektiğine dair şüphe yoktur, çünkü şu anda [toplumunun] çoğunluk tarafından üretilen zenginliği ve iktidar, toplumsal piramidin en üstünde yer alan küçük bir elit azınlık arasında bölüşülmekte; ama [bu] --özellikle en diptekiler olmak üzere-- toplumun kalanının yoksunluk [içinde olmasına] ve acı çekmesine neden olmaktadır. Ama bu elitler, devlet üzerindeki kontrolleri sayesinde, baskı [zor] araçlarını da kontrol etttikleri için (Kısım B.02.3'e bakınız), çoğunluğu baskı altında tutabilmekte ve onların çektiklerini göz ardı edebilmektedir --daha küçük ölçeklerde tüm hiyerarşilerde gerçekleşen bir fenomen. Böylece, otoriter ve merkezi yapılar içinde [yaşayan] insanların, özgürlüklerinin reddedilmesi nedeniyle onlardan nefret etmesi hiç de şaşırtıcı olmaz. Alexander Berkman'ın ifade ettiği üzere:

"Anarşistlerin örgütlenmeye inanmadıklarını söyleyen bir kimse boş konuşuyordur. Örgütlenme her şeydir ve her şey örgütlenmedir. Bütün bir yaşam örgütlenmedir, bilinçli veya bilinçsizce olsun. ... Ancak örgütlenme vardır, örgütlenme vardır. Kapitalist toplum o kadar kötü örgütlenmiştir ki, çeşitli üyeleri acı çekmektedirler: aynen nasıl ki [bedeninizin] bir yerinde ağrınız varsa, tüm bedeniniz ağrır ve hasta olursunuz ..., [benzer şekilde] bir örgütün ya da bir birliğin tek bir üyesi bile ayrımcılıktan, baskı altında tutulmaktan veya göz ardı edilmekten muaf olmaz. Bunu yapmak, ağrıyan dişinizi göz ardı etmek demektir: [sonunda da] tamamı ile hasta olursunuz" (age, s. 198).
Ama bu aslında kapitalist toplumda olanın ta kendisidir, sonucu da "tamamı ile hasta olmak"tır.

İşte bu nedenlerle anarşistler otoriter örgütlenme biçimlerini reddeder ve bunun yerine özgür anlaşmaya dayanan birlikleri desteklerler. Özgür anlaşma önemlidir, çünkü Berkman'ın sözleri ile, "(y)anlızca her bir [birey] özgür ve bağımsız bir birim olduğunda, karşılıklı fayda nedeniyle kendi tercihiyle diğerleriyle işbirliği yaptığında, dünya başarılı [bir şekilde] işleyebilir ve güçlü olabilir" (age, s. 199). Kısım A.2.14'de tartışacağımız üzere, anarşistler özgür anlaşmanın bizzat birliğin içinde doğrudan demokrasiyle (veya anarşistlerce sıklıkla isimlendirildiği şekliyle kendinden-yönetim) tamamlanması gerektiğini vurgularlar; aksi takdirde, "özgürlük" efendilerini seçmekten daha fazla bir anlam ifade etmez.

Anarşist örgütlenme iktidarın insanların --yani alınan kararlardan doğrudan etkilenenlerin-- eline geri verilmesi amacıyla [yapılan] büyük bir merkezsizleşmeye dayanır. Proudhon'dan alıntılarsak:

"Demokrasi bir aldatmaca ve Halkın egemenliği bir şaka olmadığı müddetçe, her yurttaşın, kendi bölgesi sınırları içinde kalan [çalıştığı] sanayide, her belediye, ilçe veya il konseyinde ... doğrudan hareket etmesi ve çıkarlarını kendisinin idare etmesi ve onlarla ilişkilerinde tam egemenliğini kullanması gerekir" (Genel Devrim Düşüncesi, s. 276).

Bu yine ortak çıkarların koordinasyonu için federalizmin gerektiğini ima eder. Anarşizme göre, federalizm kendinden-yönetimin doğal bir tamamlayıcısıdır. Devlet'in ortadan kaldırılmasıyla birlikte, toplum "farklı bir şekilde örgütlenebilir ve örgütlenmelidir, ancak yukarıdan aşağıya bir tarzda değil ... Geleceğin toplumsal örgütlenmesi, işçilerin ilk önce kendi sendikaları, ardından komünler, bölgeler, uluslar içerisinde [oluşturdukları] birlik ve federasyonları ve en nihayetinde de  büyük uluslararası ve evrensel federasyon aracılığıyla tamamen aşağıdan yukarıya tarzda olmalıdır. Ancak bundan sonra özgürlük ve ortak iyinin gerçek ve hayat-verici düzeni, bireylerin ve toplumun çıkarlarını reddetmenin çok uzağında, tam aksine onları onaylayan ve uyumlu hale getiren bir düzen, gerçekleşebilir" (Bakunin, Michael Bakunin: Seçme Yazıları, s. 205-6). "Gerçek bir halk örgütlenmesi ... tabandan başlayacağı" için, "federalizm Sosyalizmin siyasi örgütlenmesi ve halk yaşantısının özgür ve kendiliğinden örgütlenmesi haline gelir". Bu nedenle, liberter sosyalizm "karakter olarak federalisttir" (Bakunin, Bakunin'in Siyasi Felsefesi, s. 273-4 ve s. 272).

Bu nedenle anarşist örgütlenme doğrudan demokrasi (veya kendinden-yönetim) ve federalizme (veya konfederasyon) dayanır. Bunlar, hürriyetin ifadesi ve çevresidirler. Doğrudan (ya da katılımcı) demokrasi aslidir, çünkü hürriyet ve eşitlik, insanların [birbirleriyle] eşitler olarak görüşebileceği ve tartışabileceği ve Murray Bookchin'in "muhalifin yaratıcı rolü" olarak tanımladığışeyin özgürce uygulanmasına imkan verecek forumların gerekliliğini ifade eder. Ortak çıkarların tartışılmasını ve etkilenen herkesin arzularının yansıtılacağı bir şekilde  ortaklaşa eylemin örgütlenmesini sağlamak için federalizm gereklidir. Kararların, birkaç yönetici tarafından yukarıdan aşağıya dayatılmaı yerine aşağıdan yukarıya doğru akmasını sağlamak için.

Liberter örgütlenme, doğrudan demokrasi ve konfederasyonun gerekliliği hakkındaki anarşist fikirler ileride Kısım A.02.9 ve Kısım A.02.10'da ayrıntılı olarak tartışılacaktır.
 

A.02.4. ANARŞİSTLER "MUTLAK" HÜRRİYET TARAFTARI MIDIR?

Hayır. Anarşistler herkesin "ne isterse onu yapması" gerektiğine inanmazlar, çünkü bazı eylemler istisnasız diğerlerinin hürriyetlerinin ihlalini içerir.

Örneğin anarşistler tecavüz etme, sömürme veya diğerlerine zor uygulama "özgürlükleri"ni savunmaz. Ne de otoriteye müsamaha gösteririz. Tam aksine otorite, özgürlük, eşitlik ve dayanışmaya (insan onurundan bahsetmeye bile gerek yok) karşı bir tehdit olduğu için, anarşistler ona karşı direnmenin ve onu yıkmanın gerekliliğinin farkındadırlar.

Otoritenin uygulanması özgürlük değildir. Hiç kimse diğerlerini yönetme "hakkı"na sahip değildir. Malatesta'nın dikkat çektiği üzere, anarşizm "sadece diğerleri [diğer insanlar] için de eşit özgürlük kısıtlaması[na sahip] olan,... herkes için özgürlüğü" destekler; "ama bu tahakküm demek olan ve kesinlikle özgürlük olmayan; sömürme, hükmetme, emretme "özgürlüğü"nü kabul ettiğimiz ve buna saygı gösterilmesini arzu ettiğimiz ... anlamına gelmez" (Errico Malatesta: Yaşamı ve Fikirleri, s. 53).

Kapitalist toplumda, tüm hiyerarşik otorite biçimlerine --ister özel (patron), isterse kamu (devlet) olsun-- karşı direnmek özgür bir insan olmanın işaretidir. "Sivil İtaatsizlik" (1847) adlı eserinde Henry David Thoreau'nun dikkat çektiği üzere:

"İtaatsizlik özgürlüğün gerçek temelidir. İtaat edenler köle olurlar".


A.02.5. NEDEN ANARŞİSTLER EŞİTLİK TARAFTARIDIR?

Yukarıda bahsedildiği üzere anarşistler kendilerini toplumsal eşitliğe adamışlardır, çünkü ancak bu şartlar altında bireysel hürrieyt gelişip, serpilebilir. Ama "eşitlik" hakkında bir dolu boş şey yazılmıştır ve yaygın olarak inanılan çoğu şey de aslında oldukça gariptir. Anarşistlerin eşitlik derken ne anladıklarını tartışmadan önce, ne anlamadıklarını ortaya koymamız gerekiyor.

Anarşistler zaten var olmayan, ama gerçekleştirilebilse bile hiç de istenmeyen bir şey olacak olan "doğuştan [endowment] eşitlik"e inanmazlar. Herkes biriciktir [tektir]. Biyolojik olarak belirlenmiş insanlar arası farklılıklar olmasının yanı sıra, bunlar "korku ya da utanma değil, sevinç kaynakları"dır. Neden? Çünkü "klonlar arasındaki bir yaşam yaşanmaya değer bile olmaz ve aklı başında bir insan ancak farklı yetenekleri olanlarla mutlu olacaktır" (Noam Chomsky, Marksizm, Anarşizm ve Alternatif Gelecekler, s. 782).

Bazı insanların anarşistlerin "eşitlik"le herkesin aynı olması gerektiğini söylediklerini ciddiyetle öne sürmeleri, bugünkü entelektüel kültürel durumun ve kelimelerin [anlamlarının] bozulmasının üzünç verici bir yansımasıdır --bu [anlam] bozulması, eşitsiz ve otoriter sistem [üstündeki] ilgiyi dağıtarak, insanları biyolojik [içerikli] tartışmalara [doğru] saptırmak için kullanılagelmiştir. "Kendinin biricikliği hiçbir şekilde eşitlik ilkesiyle çatışmaz" diyordu Erich Fromm. "İnsanların eşit olarak doğdukları tezi, onların aynı insani nitelikleri paylaştıklarını, onların insanoğullarının aynı temel kaderini paylaştıklarını, onların ellerinden alınamaycak aynı özgürlük ve mutlu olma haklarına sahip olduklarını ima eder. Keza onların kendi aralarındaki ilişkilerin tahakküm-itaat değil dayanışma olduğunu ima eder. Eşitlik kavramı tüm insanların birbirine benzer olması anlamına gelmez" (Özgürlük Korkusu, s. 228). Bu nedenle, anarşistlerin eşitliği hedeflediklerini, çünkü herkesin farklı olduğunu ve dolayısıyla bu biricikliğin tam olarak onaylanmasını ve gelişimini amaçladığını söylemek daha adil olur.

Anarşistler aynı zamanda "sonucun eşitliği" denilen şeyin de taraftarı değillerdir. Herkesin aynı malları elde ettiği, aynı tip evlerde yaşadığı, aynı üniformayı giydiği, vb. bir toplumda yaşamayı arzu etmiyoruz. Anarşistlerin kapitalizm ve devlete karşı isyan etmelerinin bir nedeni de, onların hayatı aşırı standartlaştırmalarıdır (Kapitalizmin standartlaşmaya ve refah düşkünlüğüne doğru yönelmesi hakkında, George Reitzer'in Toplumun McDonaldlaşması adlı eserine bakınız). Alexander Berkman'ın sözleriyle:

"Otoritenin ruhu, yazılı ve yazılı olmayan yasa, gelenek ve örf bizi ortak bir mezara girmeye zorlar ve erkek (veya kadını) bağımsızlığı ve bireyselliği olmayan, irade-siz bir otomosyana dönüştürecektir. ... Hepimiz kurbanız ve sadece istisnai bir şekilde güçlü olanlar --ve onlar da ancak kısmen-- bu zincirleri kırmakta başarılı olabilir" (Anarşizm Nedir?, s. 165).
Anarşistler bu yüzden bu "ortak mezarı" daha da derinleştirme konusunda hiç de arzulu değildirler. Daha ziyade, biz bunu ve ilk başta bunu yaratan tüm toplumsal ilişki ve kurumları yıkmak istiyoruz.

"Sonucun eşitliği" ancak zorla uygulanabilir ve sürdürülebilir; ve bazıları diğerlerinden daha fazla güce sahip olacakları için, bu zaten eşitlik olmayacaktır. Her bir bireyin farklı gereksinimleri, yetileri, arzuları ve ilgileri olduğunu ayırdettiğimiz için, anarşistler "sonucun eşitliği"nden özellikle nefret ederler. Herkesin aynı şeyi tüketmesini sağlamak tiranlık olacaktır. Açıktır ki bir kişinin tıbbi bakıma ihtiyacı varsa ve bir diğerinin yoksa, onlar "eşit" miktarda tıbbi bakım görmezler. Aynı şey diğer insan ihtiyaçları için de doğrudur. Alexander Berkman'ın ifade ettiği üzere:

"eşitlik eşit miktar demek değildir, eşit fırsat demektir. ... Hürriyetteki eşitliği, tutuklu kampındaki zorunlu eşitlikle özdeşleştirme hatasına düşmeyiniz. Gerçek anarşist eşitlik özgürlük demektir, miktar [demek değildir]. Bu herkesin aynı şeyi yemesi, içmesi veya giyinmesi, aynı işi yapması veya aynı şekilde yaşaması demek değildir. Bırakın bunu bir yana: aslında tam tersidir".

Bireylerin arzuları [iştahları] değişik olduğu için, gereksinimleri ve tercihleri de farklı olacaktır. Gerçek eşitliği oluşturan şey, bunları tatmin etmek için eşit fırsat'a sahip olmaktır.

Böylesi bir eşitlik, bırakın hepsini bir düzeye getirmeyi, faaliyet ve gelişme için olası azami çeşitliliğin yolunu açacaktır. Çünkü insan karakteri farklı farklıdır. ... Özgürce kendi bireyselliğini ifade etme ve eyleme dökme fırsatı, doğal farklılıklar ve çeşitliliklerin gelişmesi demektir
" (age, s. 164-5).
Anarşistler için, "sonucun eşitliği" veya "doğuştan eşitlik" gibi "eşitlik kavramları" anlamsızdır. Ancak, hiyerarşik bir toplumda "fırsat eşitliği" ile "sonuç eşitliği" birbirleriyle ilgilidir. Örneğin kapitalizmde, her kuşağın karşı karşıya olduğu fırsatlar önceki kuşakların sonuçlarına bağlıdır. Bu demektir ki, bir milyonerin ve bir çöpçünün çocuğu arasında gerçek bir fırsat eşitliği olmadığına göre, kabaca bir (gelir ve kaynaklar anlamında) "sonucun eşitliği" olmaksızın kapitalizmde "fırsat eşitliği"nin olması anlamsızdır. Daha önceki sonuçların yarattığı engelleri göz ardı ederek "fırsat eşitliği"nden bahsedenler, neden bahsettiklerini bilmeden konuşuyorlar --hiyerarşik toplumlarda fırsat sadece yolun açık olmasına değil, aynı zamanda eşit bir başlangıca da bağlıdır. Bu bariz gerçekten anarşistlerin "sonucun eşitliğini" arzuladığı yanlış kanısı ortaya çıkar --ama bu hiyerarşik sistemlerde geçerlidir, özgür bir toplumda (göreceğimiz üzere) durum böyle olmayacaktır.

Anarşist kuramda eşitlik, bireysel farklılık ve biricikliğin reddedilmesi demek değildir. Bakunin'in gözlemlediği üzere:

"bir kere eşitlik başarıldığı ve iyice yerleştirildiğinde, [bu] muhtelif bireylerin yeteneklerindeki ve enerji seviyelerindeki farklılıkların sona ereceği anlamına mı gelir? Bazı farklılık varolacaktır; belki bugünkü kadar fazla değil, ama bazı farklılıklar daima varolacaktır. Hiçbir ağacın asla tamamen birbirinin aynısı olan iki yaprak vermeyeceği herkesçe bilinen bir şeydir. Yapraklardan çok daha karmaşık olan insan oğulları için, bu çok daha fazla geçerli olacaktır. Ama bu çeşitlilik hiç de kötü bir şey değildir. Bunun aksine ... o insan ırkının kaynağıdır. Bu çeşitlilik sayesinde, insanlık, her bir bireyin tüm diğerlerini tamamladığı ve onlara ihtiyacı olduğu kolektif bir bütündür. Sonuç olarak, insan bireylerinin sonsuz sayıdaki çeşitliliği dayanışmanın birincil sebebi ve bizzat temelidir. Bu, eşitlik taraftarı çok güçlü bir argümandır" ("Çok Yönlü Eğitim", Temel Bakunin, s. 117-8).
Anarşistler açısından eşitlik toplumsal eşitlik demektir; veya Murray Bookchin'in ifadesini kullanırsak "eşitsizlerin eşitliği" demektir (aynı fikri ifade etmek için, Malatesta gibi bazıları "koşulların eşitliği" terimini kullanmıştır). Bununla [Bookchin], anarşist toplumun bireylerin yeteneklerindeki ve gereksinimlerindeki farklılıkların farkında olduğunu, ama bu farklılıkların güce dönüşmesine müsade etmeyeceğini ifade etmektedir. Diğer bir deyişle bireysel farklılıklar "önemsiz olacaktır; çünkü bir takım yasal uydurmalara veya kurumlara tutunamadıkça, eşitsizlik kolektivite içerisinde yok olacaktır" (Michael Bakunin, Tanrı ve Devlet, s. 53).

Eğer hiyerarşik toplumsal ilişkiler ve onları yaratan kuvvetler, katılımı cesaretlendiren ve "bir insan, bir oy" ilkesine dayanan [bir yapı] lehine yıkılırlarsa, o zaman doğal farklılıklar hiyerarşik güce dönüştürülemeyecektir. Örneğin, kapitalist mülkiyet hakları olmadan, bir azınlığın ücret sistemi ve tefecilik (kâr, rant ve faiz) aracılığıyla diğerlerinin çalışması sayesinde [ortaya çıkan] yaşam araçlarını (makina ve toprak) tekelleştirmesi ve bu yolla kendilerini zenginleştirmeleri mümkün olmayacaktır. Benzer şekilde, eğer işçiler işlerini kendileri yönetirlerse, onların emekleri üstünden giderek zenginleşecek bir kapitalistler sınıfı da olmayacaktır. Bu nedenle Proudhon [şöyle diyor]:

"Peki bu eşitsizliğin kaynağı ne olabilir?

Gördüğümüz üzere, ... bu toplumda varolan şu üçlü soyutlamanın gerçekleşmesidir: sermaye, emek ve yetenek.

Bunun sebebi, toplumun kendisini bu formülün üç terimine denk düşen üç yurttaş kategorisine bölmesidir. ... bu kast bölünmeleri her zaman ortaya çıkmıştır ve insan ırkının yarısını köleleştirmiştir ... bu nedenle sosyalizm, sermaye-emek-yetenek [şeklindeki] aristokratik formülünün, ... her bir vatandaşı aynı anda, eşit bir şekilde ve aynı ölçüde kapitalist, emekçi ve uzman veya sanatçı yapmak için [gerekli olan] daha basit bir formül [olan] emeğe indirgenmesinden başka bir şey değildir!" (Ne Tanrılar Ne Efendiler, cilt 1, s. 57-8).

Tüm anarşistler gibi Proudhon da, işlevlerin bu bütünleşmesinin eşitlik ve özgürlük için anahtar olduğunu görmüş ve bunu başarmanın yolu olarak da kendinden-yönetimi önermiştir. Yani, kendinden-yönetim toplumsal eşitlik için anahtardır. Örneğin, bir işyerinde toplumsal eşitliğin anlamı, işyerinin nasıl gelişeceği ve değişeceğine dair politika kararlarında herkesin eşit söz [hakkının] olması demektir. Anarşistler, "herkesi etkileyenin herkesçe karara bağlanması" kuralının güçlü inananlarıdırlar.

Ama bu uzmanlığın tamamen gözardı edileceği ya da herkesin herşeye karar vereceği anlamına gelmez. Uzmanlık söz konusu olunca, farklı insanlar farklı ilgilere, kabiliyetlere ve yetilere sahiptirler; doğaldır ki farklı şeyleri öğrenmek ve farklı işlerde çalışmak isteyeceklerdir. Yine açıktır ki, insanlar hasta olduklarında bir komiteye değil de, kendi işini yapan bir doktora --uzmana-- danışacaklardır. Bu noktalardan bahsettiğimiz için üzgünüz, ama toplumsal eşitlik ve işçilerin özyönetimi söz konusu olduğunda, bazı insanlar tamamen anlamsız şeyler söylemeye başlıyorlar. Toplumsal olarak eşit bir şekilde yönetilen bir hastanede, doktorların bir ameliyatı nasıl yapması gerektiği hakkındaki bir oylamanın, tıbbi [tıbbi işlemlerle ilgisi] olmayan çalışanların oyunu içermeyeceği genel bir sağduyu gereğidir!

Aslında toplumsal eşitlik ve bireysel hürriyet birbirinden ayrılamaz. Bireyi (hürriyeti) etkileyen kararların bireysel özyönetimi tamamlayan grubu (eşitliği) etkileyen kararların kolektif özyönetimi olmaksızın, özgür bir toplum imkansızdır. Her ikisinin [birlikte] olmaması halinde, bazıları diğerleri üstünde güce sahip olacak, onlar adına kararlar verecektir (yani onları yönetecektir) ve böylece bazıları diğerlerinden daha fazla özgür olacaktır. Bu da, bilineni bir kez daha dile getirecek olursak, anarşistler, sadece zenginlik anlamında değil yaşamın tüm yönlerinde eşitliği amaçlarlar. Anarşistler, "her kişinin sadece toplumsal refahtan değil, aynı zamanda toplumsal iktidardan da payına düşeni almasını talep ederler" (Malatesta ve Hamon, Ne Tanrılar, Ne Efendiler, cilt 2, s. 20). Yani kendinden-yönetim hem hürriyeti hem de eşitliği güvenceye almak için gereklidir.

Kendinden-yönetim "ortak sorunları çözmek ve ortak hedeflere ulaşmak amacıyla kendi bakış açılarının biricikliğini ortaya koymak için, insanların arkadaşları ile yüz yüze ilişkilere girmesi" (George Benello, Tabandan Yukarı, s. 160) demek olduğu için; toplumsal eşitlik, bireylerin kendilerini yönetmeleri ve ifade etmeleri için gereklidir. Yani eşitlik bireyselliğin ifade edilmesini mümkün kılar ve bu nedenle bireysel hürriyetin temelidir.

Kısım F.03 (Neden anarko-kapitalistler "eşitliğe" çok az veya hiç değer vermezler?) eşitlik hakkındaki anarşist fikirleri daha fazla tartışmaktadır. Noam Chomsky'nin (Chomsky Okumaları içerisindeki) "Eşitlik" makalesi bu konudaki liberter fikirlerin iyi bir özetidir.
 

A.02.6. NEDEN DAYANIŞMA ANARŞİSTLER İÇİN ÖNEMLİDİR?

Dayanışma [solidarity] veya karşılıklı yardımlaşma [mutual aid], anarşizmin anahtar fikridir. O, bireyle toplum arasındaki bağlantıdır; o, bireylerin, hürriyet ve eşitliği destekleyen ve olgunlaştıran bir ortamda, ortak çıkarlarını karşılamak üzere birlikte çalışabilecekleri bir araçtır. Anarşistler için karşılıklı yardımlaşma insan yaşamının temel vasfıdır; kuvvet ve mutluluğun her ikisinin de kaynağı ve tam bir insani varoluş için temel gereksinimdir.

Tanınmış bir psikolog ve sosyalist humanist olan Erich Fromm şunu vurguluyor; "insanın diğerleri ile birlik[te] olma arzusu, insan türünü tanımlayan varoluşun kendine özgü koşullarından kaynaklanır ve insan davranışının en güçlü dürtülerinden birisidir" (Olmak ya da Sahip Olmak, s. 107).

Bu nedenle anarşistler diğer insanlarla (Stirner'in terimini kullanılırsak) "birleşmeler"in [union] oluşturma arzusunun doğal bir gereksinim olduğunu düşünürler. Bu birleşmelerin veya birliklerin [associations], ona katılanları tam anlamıyla tatmin etmesi için, eşitlik ve bireysellik üzerine inşa edilmeleri --yani anarşist tarzda örgütlenmeleri-- gerekir; yani, gönüllü, merkezsizleşmiş ve hiyerarşik olmayan.

Dayanışma --bireyler arasındaki işbirliği-- yaşamın bir gereğidir; ve hürriyetin inkarı edilmesiyle uzaktan yakından bir ilintisi yoktur. Dayanışma, diyor Errico Malatesta, "İnsan'ın kişiliğini ifade edebileceği ve optimum gelişimini başarabileceği ve olası en büyük mutluluğun keyfine varabileceği yegâne ortamdır". Bu "herkesin mutluluğu için bireylerin ve her birinin mutluluğu için tümünün biraraya gelmesi, her birinin özgürlüğünün diğerlerinin özgürlükleriyle sınırlanmamasıyla, aksine tamamlanmasıyla" sonuçlanır (Anarşi, s. 29). Diğer bir deyişle, dayanışma ve işbirliği bir diğerine eşiti olarak davranmak, diğerlerini bir amaca ulaşmak için bir araç olarak kullanmayı reddetmek, bir azınlığın çoğunluğa tahakküm uygulaması yerine herkes için özgürlüğü destekleyen ilişkilerin yaratılması demektir. Emma Goldman da bu temayı tekrarlar, şöyle der: "İnsan bireyselliğinin bu eşsiz gücünün, diğer bireylerle yaptığı İşbirliği sonucunda kazandığı kuvvet [strength] ne harika sonuçlar verir... Öldüresiye bir çekişme ve çatışmanın zıttı olan işbirliği, türlerin yaşaması ve evrilmesi lehine işlemiştir. ... (S)adece karşılıklı yardımlaşma ve gönüllü işbirliği, özgür birey ve birliksel [associational] hayatın temelini yaratabilir" (Kızıl Emma Konuşuyor, s. 118).

Dayanışma, ortak çıkar ve gereksinimlerimizi karşılamak için kendimizi eşitler olarak biraraya getirmemiz demektir. Dayanışmayı temel almayan örgütlenme biçimleri (yani eşitsizliğe dayananlar), kendisine tabi olanların bireyselliğini ezecektir. Ret Marut'un belittiği üzere, hürriyet dayanışmayı ve ortak çıkarların farkına varılmasını gerektirir:

"İnsanoğlunun en asil, en saf ve en gerçek aşkı kendisine olan aşkıdır. Ben özgür olmak istiyorum! Ben mutlu olmayı umut ediyorum! Ben dünyanın tüm güzelliklerinin tadına varmak istiyorum! Ama benim özgürlüğüm, ancak çevremdeki diğer insanlar özgürse güvence altındadır. Ancak çevremdeki tüm diğer insanlar mutlularsa, ben de mutlu olabilirim. Ancak gördüğüm ve tanıştığım insanlar da dünyaya neşe dolu gözlerle bakıyorlarsa, ben de neşeli olabilirim. Ve ancak diğer insanların da benim gibi karınlarını doyurduklarına emin olduğumda, ben de tam bir zevkle karnımı doyurabilirim. İşte bu nedenle, özgürlüğümü ve mutluluğumu tehdit eden her türlü tehlikeye karşı isyan ettiğimde, bu benim kendi hoşnutluğumun, sadece benim kendimin sorunudur ..." (--B. Traven diye de bilinen-- Ret Marut, The BrickBurner dergisinde Karl S. Guthke'nin alıntısı, B. Traven: Efsanelerin Arkasındaki Yaşam, s. 133-4).
Dayanışmayı uygulamaya geçirmek [demek], Industrial Workers of the World'un sloganındaki gibi "birimizi yaralayan hepimizi yaralar" demektir. Bu nedenle, dayanışma, bireyselliğin ve özgürlüğün korunmasının yoludur, [bireyin] kendi çıkarının bir ifadesidir. Alfie Kohn'un belirttiği üzere:
"işbirliğini düşünürken ... kavramı flu-görüşlü idealizmle ilişkilendirme eğilimindeyiz. ... Bu, işbirliğini alturizm ile karıştırmaktan kaynaklanıyor olabilir. ... Yapısal işbirliği, bilindik egoizm/alturizm ikiliğine karşı çıkar. Şeyleri öyle bir şekilde [yerli yerine] koyar ki, sana yardım ederek aynı zamanda da kendime yardım ederim. Başlangıçta güdüm bencilce olsa da, kaderlerimiz artık birbirine bağlanmıştır. Ya birlikte yüzeriz ya da birlikte batarız. İşbirliği becerikli ve oldukça başarılı bir stratejidir --işteki ve evdeki şeylerin rekabete göre daha etkin bir şekilde yapılmasını sağlayacak pragmatik bir tercih. ... Keza, işbirliğinin psikolojik sağlığı ve başkalarında hoşlanmayı sağlamakta da daha iletken olduğu yönünde güçlü kanıtlar var" (Yarışmak Yok: Rekabete Karşı, s. 7).
Ve, hiyerarşik bir toplumda, dayanışma sadece bize verdiği tatmin nedeniyle değil, aynı zamanda iktidardakilere karşı direnmek için de gereklidir. Malatesta'nın sözleri burada gayet uygun düşmekte:

"baskı ve yoksulluğa asla tamamen teslim olmayan ve ... adalet, özgürlük ve mutluluğa susadıklarını gösteren tahakküm altındaki kitleler, dünyadaki tüm ezilenlerle, tüm sömürülenlerle birlik ve dayanışma içine girmedikçe kurtuluşlarını kazanamayacaklarını anlamaya başlıyorlar" (Anarşi, s. 33).


Birarada durarak kuvvetimizi arttırabilir ve istediğimizi elde edebiliriz. Nihayetinde, gruplar halinde
örgütlenerek kendi kolektif işlerimizi birlikte halletmeye başlayabilir ve böylece ebediyen patronların yerini alabiliriz. "Birleşmeler, ... bireyin araçlarını çoğaltacak ve saldırı altındaki varlığını güven altına alacaktır" (Max Stirner, Biricik ve Kendisi, s. 258). Dayanışma içinde hareket ederek, mevcut sistemin yerine kendi istediğimizi geçirebiliriz: "Birlikten kuvvet doğar" (Alexander Berkman, Anarşizm Nedir?, s. 74).

Yani dayanışma, kendi özgürlüğümüzü elde etmemizi ve güvence altına almamızı sağlayacak bir araçtır. Başkası için çalışmak zorunda kalmamak için, birlikte çalışmak üzere anlaşırız. Başkalarıyla paylaşmaya karar vererek seçeneklerimizi çoğaltırız, böylece de daha az değil, daha fazla zevk alabiliriz. Karşılıklı yardımlaşma benim kendi çıkarımadır --yani, eğer birine tahakküm uygularssam, bu tahakküme olanak tanıyan koşulların varolduğu anlamına gelir ve böylece her halükarda sonunda ben kendim de tahakküme maruz kalacağımdır; [işte bu nedenle] karşılıklı saygı ve toplumsal eşitlik temelinde başkalarıyla anlaşmalar yapmak benim yararımadır.

Max Stirner'in gözlemlediği üzere, dayanışma iktidarda olup bizi emirleri altına almak isteyenlere karşı hürriyetimizi kuvvetlendiren ve savunan bir araçtır: "Kendinizi bir hiç olarak mı görüyorsunuz? diye sorar. "Herhangi birisinin size canının istediği herşeyi yapmasına müsade etmeye mahkum musunuz? Kendinizi savunun, hiç kimse size dokunamaz. Eğer milyonlarca insan arkanızdaysa, sizi destekliyorsa, işte o zaman karşısında durulamayacak bir güç olursunuz ve zorluk çekmeden kazanacaksınız" (Biricik ve Kendisi, s. 197).

Dayanışma bu nedenle anarşistler için önemlidir, çünkü [dayanışma] hürriyetin yaratılmasının ve iktidara karşı savunulmasının aracıdır. Dayanışma kuvvettir ve toplumsal varlıklar olarak bizim doğamızın bir ürünüdür. Ancak, dayanışma edilgen [pasif] şekilde bir liderin takip edilmesi anlamına gelen "sürü olmak" [herdism] ile karıştırılmamalıdır. Etkili olması için, dayanışma birbirleriyle eşitler olarak işbirliği yapan özgür insanlar tarafından yaratılmalıdır. Her ne kadar "sürü olma" arzusu dayanışmaya ve birliğe olan ihtiyacımızın bir ürünü olsa da, "büyük BİZ" dayanışma değildir. [Sürü olma] insanların körü körüne liderlere itaat ettiği, hiyerarşik toplumca bozulmuş bir "dayanışma"dır.
 

A.02.7. ANARŞİSTLER NEDEN KENDİNİ-ÖZGÜRLEŞTİRMEYİ [self-liberation] SAVUNURLAR?

Hürriyet doğası gereği bahşedilemez. Birey bir başkası tarafından özgürleştirilemez, zincirlerini kendi çabasıyla kırması gerekir. Doğaldır ki kişisel çaba kolektif bir eylemin parçası olabilir ve çoğu kez amaçlarına ulaşmak için böyle olması gerekir. Emma Goldman'ın dediği gibi:

"tarih, bize ezilen her sınıfın (ya da grubun veya bireyin) efendilerinden gerçek kurtuluşu kendi çabasıyla kazandığını söylüyor" (Kızıl Emma Konuşuyor, s. 167).
Anarşistler uzun zamandan beri insanların kendilerini, ancak kendi eylemleriyle özgürleştirebileceklerini savunmuşlardır. Anarşistlerin bu sürece yardımcı olmak üzere öne sürdükleri çeşitli yöntemler Kısım J'de (Anarşistler Ne Yaparlar?) tartışılacaktır, burada tartışılmayacak. Ancak bu yöntemlerin tamamı, insanların kendilerini örgütlemelerini, kendi gündemlerini belirlemelerini ve kendilerini güçlendirecek ve kendileri adına bir şeyler yapan liderlere bağlılığı ortadan kaldıracak şekilde eyleme geçmelerini içerecektir. Anarşizm, insanların "kendileri için davranmaları" (anarşistlerin "doğrudan eylem" dediklerini yapmalarına --ayrıntılar için bakınız Kısım J.02) temeline dayanır.

Doğrudan eylem, [buna] katılanların kendilerini güçlendirmesi ve özgürleştirmesi etkisine sahiptir. Özfaaliyet [self-activity, kendinden eylemlilik], otoriteye tabi olanların yaratıcılıklarının, girişkenliklerinin, hayal güçlerinin ve eleştirel düşünme [yetilerinin] geliştirilmesinin bir aracıdır. Toplumun değiştirilebileceği bir araçtır. Errico Malatesta'nın belirttiği üzere;

"İnsanla toplumsal çevresi arasında karşılıklı bir faaliyet vardır. Toplumu toplum yapan insanlardır ve insanları insan yapan da toplumdur ve bu nedenle de sonuç bir tür kısır döngüdür. Toplumu dönüştürmek için erkek {ve kadınların} değişmesi gereklidir ve insanları dönüştürmek için de toplumun değişmesi gereklidir. ... İyi ki mevcut toplum, bütün kendine tabi olanları kendi çıkarları doğrultusunda edilgen ve bilinçsiz araçlara indirgemekte başarılı olan hakim sınıfın telkin edilen iradesi tarafından yaratılmamıştır. ... Bu [toplum], binlerce şiddetli mücadelenin, binlerce beşeri ve doğal faktörün bir sonucudur ...

Bundan ilerleme imkanı [doğar] ... Olası olan ve fiilen gelecekte daha fazla ilerlemenin yolunu açmaya hizmet edecek bu büyük toplumsal dönüşümleri meydana getirmek ve kabul ettirmek için, mevcut ortamın arkadaşlarımızı harekete geçirmemize ve onların vicdan ve taleplerini geliştirmemize imkan tanıyan tüm olasılık ve fırsatlardan, tüm araçlardan faydalanmalıyız. ... Talepte bulunması ve bunları kabul ettirmesi ve arzuladığı tüm iyileşmeler ile özgürlükleri kendi başına elde etmesi için ... bütün insanlara ulaşmayı hedeflemeliyiz; bunları arzuladığı ve bunları talep etme gücüne sahip olduğu zaman, ... daima daha fazlasını istemeleri ve {yönetici seçkinler} üzerindeki baskılarını artırmaları için insanları zorlamalıyız, ta ki tam kurtuluşu kadar" (Errico Malatesta: Yaşamı ve Fikirleri, s. 188-9).

Toplum tüm bireyleri şekillendirirken, aynı zamanda da onların eylemleri, düşünceleri ve ideallerince [ideal, ülkü] oluşturulur. Birisinin özgürlüğünü kısıtlayan kurumlara meydan okumak, genel olarak otoriter ilişkileri sorgulama sürecini hareketlendirdiği için zihnen özgürleştiricidir. Bu süreç, bize toplumun nasıl çalıştığını anlamamıza yardımcı olarak, fikirlerimizi değiştirir ve yeni ülküler ortaya çıkarır. Yine Emma Goldman'dan alıntılayacak olursak: "Gerçek kurtuluş [emancipation] ... kadının ruhunda başlar". Ve erkekde de olduğunu ekleyebiliriz. İşte ancak bu noktada, "önyargılardan, geleneklerden ve ananelerden bağlarımızı kopararak, kendi içsel yeniden doğuşumuzu [inner regeneration] başlatabiliriz" (age, s. 167). Ama bu süreç kendinden yönlendirilmelidir [self-directed, özyönelimli], çünkü Max Stirner'in belirttiği üzere; "özgür bırakılan bir insan sadece özgürleştirilmiş bir insandır, ... [yani] bir zincir parçasını beraberinde sürükleyen bir köpek[tir]" (Max Stirner, Biricik ve Kendisi, s. 168).  Ne kadar küçük de olsa dünyayı değiştirerek, kendimizi değiştiririz.

İspanyol devrimi sırasında yapılan bir röportajda İspanyol anarşist militanı Durutti, "kaplerimizde yeni bir dünya var" diyordu. Sadece özeylemlilik ve kendini özgürleştirme kalplerimizde bu tip bir anlayış yaratabilir ve bunu gerçek dünyada gerçekleştirmeyi denemek için bize güven aşılayabilir.

Ama anarşistler kendini özgürleştirmenin "şanlı devrim"den sonraki bir geleceği beklemesi gerektiğini düşünmezler. Kişisel olan politiktir; ve toplumun mizacı veriliyken, şu anda burada nasıl davranacağımız bizim yaşamımızı ve geleceğin toplumunu etkileyecektir. Bu nedenle, anarşist-öncesi toplumda dahi anarşistler, Bakunin'in ifadesiyle, "sadece fikirleri değil, ama bizzat geleceğin gerçeklerini" oluşturmaya çalışırlar. Bunu, özgür-olmayan bir toplumda özgür bireyler olarak davranarak, alternatif toplumsal ilişkiler ve örgütlenmeler yaratarak başarabiliriz. Ancak şu anda ve bulunduğumuz yerde sergilediğimiz davranışlarla özgür bir toplum için bir temel oluşturabiliriz. Üstelik, bu kendini özgürleştirme süreci her zaman devam eder:

"Her çeşitten tabi [subordinate, bağlı] olanlar, eleştirel kendini yansıtma [self-reflection] kapasitelerini her gün kullanırlar --işte bu yüzden efendilerin işi bozuulur, [efendiler] korkutulur ve bazen de alaşağı edilirler. Ama efendiler alaşağı edilmediği sürece, tabi olanlar siyasi eylemlere katılmadıkları sürece, hiçbir eleştirel yansıtma onların tabi olma halini sona erdiremeyecek, onlara özgürlük getirmeyecektir" (Carole Pateman, Cinsel Sözleşme, s. 205).
Otoriteyi reddetmek, ona karşı direnmek ve onu devirmek için ve bunları mantıksal sonucuna --özgür, kendinden-yönetileen birliklerde eşitler olarak işbirliği yapmak-- ulaştırmak için; anarşistler bu eğilimleri günlük yaşamda cesaretlendirmeyi amaçlarlar. Bu eleştirel kendini-yansıtma, direniş ve kendini özgürleştirme süreci olmadan, özgür bir toplum imkansızdır. Bu nedenle, anarşistler açısından, anarşizm hiyerarşik bir dünyada özgür bireyler olarak hareket etmeye çabalayan tabi kılınmış halkın doğal direnişinden kaynaklanır. Bu direniş süreci, birçok anarşist tarafından (toplumdaki en fazla tabi konumda bulunanlar genellikle işçi sınıfından insanlar olduğu için) "sınıf savaşımı" veya daha genel olarak "toplumsal savaşım" olarak adlandırılır. (Tüm biçimleriyle) otoriteye karşı gün ve gün gösterilen direniş ve özgürlük arzusu, anarşist bir devrimin anahtarıdır. İşte bu nedenle, "anarşistler, sınıf savaşımının işçilerin (ve diğer ezilen grupların) kendi kaderlerini kendilerinin kontrol etmeyi başarması için yegâne araç olduğunu tekrar tekrar vurgularlar" (Marie-Lousie Berneri, Ne Doğu Ne Batı, s. 32).

Devrim bir olay değil, bir süreçtir; ve her "kendiliğinden devrimci eylem", "ütopik" fikirlere sahip insanların uzun yıllar süren, sabırlı örgütlenme ve eğitim çalışmalarına dayanır ve onların birer sonucudur. Alternatif kurumlar ve ilişkiler yaratarak (başka bir IWW ifadesini kullanırsak) "eski toplumun bağrında yeni bir dünya yaratma" süreci, oldukça eski olan devrimci tutarlılık ve militanlık geleneğinin yalnızca bir bileşenidir.

Malatesta'nın açıkça ifade ettiği üzere, "her türlü halk örgütlenmesini cesaretlendirmek ana fikirlerimizin mantıksal bir sonucudur ve bu nedenle de programımızın ayrılmaz bir bileşeni olmak zorundadır ... anarşistler insanları özgür kılmak istemiyorlar; biz insanların kendi kendilerini özgürleştirmelerini istiyoruz ... ; yeni yaşam biçiminin insanlardan vücud bulmasını, gelişimlerinin mevcut haline karşılık gelmesini ve kendileri geliştikçe gelişmesini arzuluyoruz" (age, s. 90).

Kendini özgürleştirme süreci oluşana kadar, özgür bir toplum imkansızdır. Ancak bireyler kendilerini hem (devlet ve kapitalizmi yıkarak) maddi olarak, hem de (kendilerini otoriteye karşı [olan] itaatkâr tutumlardan kurtararak) entelektüel olarak özgürleştirdikleri zaman, özgür bir toplum olası hale gelir. Kapitalist ve devlet gücünün büyük ölçüde, kendilerine tabi olanların zihinleri üzerinde [kurulmuş] bir güç olduğunu (tabii ki zihinsel tahakkümün başarısız olması, insanların isyan etmeye ve direnmeye başlaması [halinde] oldukça büyük bir zor gücü tarafından yedeklenmiş olduğunu) unutmamalıyız. Sonuç, yönetici sınıfın fikirleri topluma hakim oldukça ve baskı altındakilerin zihinlerinde yayıldıkça [ortaya çıkan] ruhani bir güçtür. Bu geçerli olduğu sürece, işçi sınıfı, otorite, baskı ve sömürüyü yaşamın normal gidişatı olarak kabullenecektir. Efendilerinin doktrinlerine ve konumlarına karşı uysal olan zihinler; özgürlüğünü kazanmayı, isyan etmeyi ve mücadele etmeyi umut edemezler. Böylece, baskı altındakiler, mevcut sistemin boyunduruğunu bir kenara fırlatmadan önce, onun zihinsel hakimiyetininin üstesinden gelmelidir (ve anarşistler doğrudan eylemin bu her ikisini de yapmanın bir aracı olduğunu öne sürerler --Kısım J.02 ve Kısım J.04'e bakınız). Kapitalizm ve devletçilik, maddi olarak bozguna uğratılmadan önce ruhsal ve kuramsal olarak bozguna uğratılmalıdır (birçok anarşist bu zihinsel özgürleşmeyi "sınıf bilinci" olarak adlandırır --Kısım B.07.4'e bakınız). Ve baskıya [tahakküme] karşı mücadele etmek yoluyla kazanılan kendini özgürleştirme, bunun gerçekleştirilmesinin yegâne aracıdır. Bu nedenle anarşistler (Kropotkin'in terimini kullanacak olursak) "isyan ruhunu" cesaretlendirirler.

Kendini özgürleştirme, mücadelenin, kendinden-örgütlülüğün, dayanışmanın ve doğrudan eylemin bir ürünüdür. Doğrudan eylem, anarşist, özgür insanlar yaratmanın bir aracıdır; ve böylece, "Anarşistler, Emeğin Sermaye'ye ve onun koruyucusuna --Devlet'e-- karşı yürüttüğü doğrudan mücadeleyi yürüten işçi örgütlerinin içinde aktif bir görev alınmasını tavsiye etmiştirler". Bunun sebebi ise, "(b)u tip bir mücadelenin; işçinin Kapitalizm ve onu destekleyen Devlet'in yaptığı şeytanlıklara karşı gözünü açarken ve kapitalistin veya devletin müdahalesi olmadan tüketimi, üretimi ve değişimi örgütleme olasılığına dair düşüncelerini canlandırırken; [bu tip bir mücadelenin keza] işçinin halihazırdaki çalışma koşullarında geçici iyileşmeler sağlamasına herhangi dolaylı bir araçtan daha iyi bir şekilde olanak tanımasıdır"; yani [işçinin] özgür bir toplum olasılığını görmesidir. Birçok diğer anarşist gibi Kropotkin de, (her ne kadar anarşistlerin çoğu gibi anarşist etkinliği sadece bunlarla sınırlamamış olsa da) Sendikalist ve Sendika hareketlerinin mevcut toplum içinde liberter fikirleri geliştirmenin birer aracı olduklarına değinmişti. Aslında, "çalışan erkek {ve kadınların} dayanışmalarını gerçekleştirmelerine ve çıkarlarının müşterekliğini hissetmelerine olanak tanıyan" herhangi bir hareket, komünist-anarşizmin "bu anlayışının yollarını hazırlar"; yani, mevcut toplumda baskı altında olanların zihinlerindeki ruhani tahakkümün üstesinden gelmenin [yollarını hazırlar] (Evrim ve Çevre, s. 83 ve s. 85).

Anarşistlere göre, İskoçyalı bir Anarşist militanın sözleriyle; "insan ilerlemesinin tarihi, bir isyan ve itaatsizlik tarihidir --pek çok farklı biçimde [varolan] otoritenin hizmetkarı mertebesine alçaltılan bireyin, isyan ve itaatsizlik yoluyla onurunu geri kazanabilmesi [nedeniyle]" (Robert Lynn, Bir Yaşam Hikayesi Değil, Sadece Bir Kesit, s. 77). Anarşistlerin kendini özgürleştirmeye (ve kendinden örgütlenmeye, kendinden yönetime ve kendinden eylemliliğe) vurgu yapmasının nedeni işte budur. Bakunin'in "isyan"ı, "tarih boyunca --kolektif veya bireysel olsun-- tüm beşeri gelişmenin hayati koşullarını meydana getiren üç temel ilkeden" birisi olarak değerlendirmesine şaşmamak gerek (Tanrı ve Devlet, s. 12). Bunun sebebi basitçe bireylerin veya grupların başkaları tarafından değil, ancak kendileri tarafından özgürleştirilebilecek olmalarıdır. Bu isyan (kendini özgürleştirme), mevcut toplumu daha liberter bir hale getiren ve anarşist bir toplumu olası yapan yegâne araçtır.
 

A.02.8. HİYERARŞİYE KARŞI ÇIKMADAN ANARŞİST OLMAK MÜMKÜN MÜDÜR?

Hayır. Anarşistlerin otoriterlikten nefret ettiklerini gördük. Ama eğer bir kimse anti-otoriter ise tüm hiyerarşik kurumlara karşı çıkmalıdır, çünkü onlar da otorite ilkesini barındırırlar. Çünkü, Emma Goldman'ın söylediği gibi, "her tür bireysel değer ve nitelik için tahripkar olan devlet anlamındaki hükümet değildir sadece. Yaşamı boğan bütün bir otorite ve kurumsal tahakküm kompleksidir. Otorite ve kurumsal tahakkümü destekleyenler hurafe, efsane, bahane, kaytarma ve uşaklıktır" (Kızıl Emma Konuşuyor, s. 435). Bu, "hiyerarşi, otorite ve tahakküm yapılarını ve özgürlük önündeki kısıtları keşfetme ve üstesinden gelme gereksimi daima vardır ve var olacaktır: kölelik, ücretli-kölelik {yani kapitalizm}, ırkçılık, cinsiyetçilik, otoriter okullar vb." (Noam Chomsky, Dil ve Siyaset, s. 364). Bu nedenle tutarlı bir anarşist devlete olduğu gibi hiyerarşik ilişkilere de karşı çıkmalıdır. Bunun arkasında yatan açıklama (eğer ihtiyacı olan varsa) şöyledir:

Hiyerarşi, güç, prestij ve (genellikle) [maddi] ödemelerin; bir dizi dereceler, sıralamalar veya mevkilere [offices, yönetici pozisyonları] göre arttığı bir piramitsel yapı örgütlenmesidir. Hiyerarşik yapılar üstüne çalışan araştırmacılar onun sahip olduğu iki temel ilkenin tahakküm [domination] ve sömürü olduğunu ortaya koymuşlardır. Örneğin modern fabrikaları incelediği "Patronlar Ne Yapar?" (Review of Radical Political Economy, cilt 6, sayı 2) adlı çalışmasında, Steven Marglin, şirket hiyerarşisinin [corporate hierarchy, örn. fabrika] ana işlevinin (kapitalistlerce iddia edildiği üzere) daha fazla üretkenlik olmadığını, nihai amacı daha etkin bir sömürü olan, işçiler üzerinde daha fazla denetim [sağlanması] olduğunu ortaya koyar.

Bir hiyerarşide denetim zor [coercion] yoluyla, yani şu veya bu şekildeki olumsuz yaptırım tehditleriyle --fiziksel, ekonomik, psikolojik, toplumsaal, vb.-- sağlanır. Muhalif olanların ve isyan edenlerin bastırılmasını da içeren bu tip bir denetim zorunlu olarak merkezileşmeyi gerektirir: [yani] en büyük denetimin tepede yer alan bir avuç kişinin (özellikle örgütün başında olanların) [elinde] olduğu, orta kademede yer alanların çok daha az ve en altta yer alan çoğunluğun ise neredeyse hemen hemen hiç denetime sahip olmadığı bir güç ilişkileri dizisi.

Tahakküm, zor ve merkezileşmenin otoriterliğin asli özellikleri olmaları nedeniyle ve bu özellikler hiyerarşilerin içinde yer aldığı için, tüm hiyerarşik kurumlar otoriterdir. Bunun da ötesinde, anarşistler açısından hiyerarşi, merkeziyetçilik ve otoriterlikle damgalanmış herhangi bir organizasyon, devlet benzeridir veya "devletçi"dir. Ve anarşistler hem devlete hem de otoriter ilişkilere karşı çıktıklarına göre, hiyerarşinin tüm biçimlerini ortadan kaldırmayı hedeflemeyen bir kimse anarşist olarak adlandırılamaz. Noam Chomsky, kapitalist bir firmanın yapısının özü itibariyle son derece hiyerarşik, aslında faşist olduğunu belirtiyor:

"Faşist sistem ... yukarıdan aşağıya giden bir mutlak-iktidar demektir. ... ideal devlet, halkın temel olarak emirleri yerine getirdiği yukarıdan aşağıya [olan] bir denetim demektir.

Bir şirketi ele alalım ... Onların ne olduğuna bakacak olursanız, iktidar katı bir şekilde yukarıdan aşağıyadır; yönetim kurulundan yöneticilere, daha düşük seviyedeki yöneticilere ve en nihayetinde atölyede çalışan insanlara; mesajlar yazılması v.b. Aşağıdan yukarıya olan bir iktidar akışı veya bu yönde herhangi bir planlama mevcut değildir. İnsanlar bunu aksatabilir ve önerilerde bulunabilirler, ancak bu köle toplumu için de doğrudur. İktidar yapısı yukarıdan aşağıya doğru doğrusaldır" (İnsan Güruhunu Hizaya Getirmek, s. 237).

David Deleon aşağıdakileri yazarken şirket ve devlet arasındaki bu benzerliklere işaret eder:
"Fabrikaların çoğunluğu askeri diktatörlüklere benzer. En alttakiler erlerdir, onları denetleyenler çavuşlardır ve hiyerarşinin zirvesine doğru böyle gider. Organizasyon giyimimizden ve saçımızın biçiminden yaşamımızın büyük bir kısmını --çalışırken-- nasıl harcayacağımıza kadar herşeyi bize dikte edebilir. Bizi fazla çalışmaya zorlayabilir; tıbbi bir şikayetimiz varsa bizden şirket doktorunu görmemizi talep edebilir; boş zamanlarımızda siyasi faaliyetlere katılmamızı yasaklayabilir; ifade, yayın yapma ve toplanma özgürlüklerini kısıtlayabilir --bizi takip etmek üzere kapalı devre televizyonların yanı sıra ID kartları ve silahlı güvenlik kuvvetlerini kullanabilir; muhalefet edenleri 'disipline yönelik geçici işten çıkarmalar' (GM'in [General Motors] verdiği adla) ile cezalandırabilir  veya bizi işten atabilir. Koşullar yüzünden, bunların çoğunu kabul etmeye mecbur bırakılırız, ya da işsiz milyonlara katılırız. ... Hemen hemen her işte [sahip olduğumuz tek hak] işten ayrılma 'hakkı'dır. Temel kararlar en yukarıda alınır, ister fildişi kulesinde isterse maden ocağında çalışalım bizden bunlara itaat etmemiz beklenir" ("Çalıştığımız Yerde Demokrasi İçin: Toplumsal Kendinden-Yönetimin Mantığı", Anarşiyi Yeniden Keşfetmek, Bir Kez Daha, Howard J. Ehrlich (editör), s. 193-4).
Bu nedenle, tutarlı bir anarşist, kapitalist firmalar da dahil olmak üzere, hiyerarşiye tüm biçimleriyle karşı çıkmalıdır. Bunu yapmamak demek archy'i desteklemek demektir --ki anarşist tanımsal olarak bunu yapamaz. Diğer bir deyişle, anarşistler için, "itaat etmeye söz vermek, (ücretli) kölelik sözleşmeleri, tabi konumda olmanın kabulünü gerektirecek anlaşmalar; tüm bunların hepsi gayri meşrudur, çünkü bunlar bireysel özerkliği kısıtlar ve geriletirler" (Robert Graham, "Anarşist Sözleşme", Anarşiyi Yeniden Keşfetmek, Bir Kez Daha, Howard J. Ehrlich (editör), s. 77). Hiyerarşi, bu nedenle, anarşizmi yönlendiren temel ilkelere aykırıdır. Bizi insan yapan şeyleri inkar eder ve "kişiliği en ayrılmaz özelliklerinden mahrum bırakır; bireyin yalnızca kendi kişisel yaşamının idaresiyle değil aynı zamanda onun en önemli bağlamıyla, toplumsal bağlamı, başa çıkma yetisine sahip olduğu nosyonunu inkar eder" (Murray Bookchin, Özgürlüğün Ekolojisi, s. 129). 

Bazıları birlik gönüllü olduğu müddetçe, onun hiyerarşik bir yapıya sahip olup olmamasının alakasız olacağını öne sürerler. Anarşistler buna katılmaz. Bunun iki sebebi vardır. İlk olarak, kapitalizmde işçiler, ekonomik gereklilikler yüzünden, emeklerini yaşam araçlarına sahip olanlara satmaya mecbur kalırlar. Bu süreç, "işçiler, kapitalistlere emeklerini gerçek değerini yansıtmayan bir fiyattan sattığı müddetçe ... muazzam refah farklılıkları" yaratarak, işçilerin karşı karşıya kaldığı ekonomik koşulları tekrar tekrar üretir. Bu nedenle:

"Örneğin, iş sözleşmesinin taraflarını özgür ve birbirlerinin eşiti olarak tasvir etmek, işçi ile işveren arasındaki ciddi pazarlık yapma gücü farklılıklarının göz ardı etmek demektir. Buradan hareketle, doğal olarak ortaya çıkacak tabi olma ve sömürü ilişkilerini özgürlüğün bir örneği [epitome, sembolü] olarak tasvir etmek, hem bireysel hürriyet hem de toplumsal adaletle dalga geçmek olacaktır" (Robert Graham, age, s. 70).
İşte bu nedenle anarşistler kolektif eylemliliği ve örgütlenmeyi desteklerler: bu, çalışan insanların pazarlık gücünü artıracak ve onların özerkliklerini ifa etmelerine olanak tanıyacaktır (Kısım J'ye bakınız).

İkinci olarak, birliğin gönüllü olup olmamasını anahtar unsur olarak kabul edeceksek, o zaman halihazırdaki devletçi sistemin "anarşi" olarak değerlendirilmesi gerektiğini söylememiz icap ederdi --. Modern demokraside, belli bir devlet içerisinde yaşaması için hiç kimse bireyi zorlamamaktadır. Ayrılmakta ve başka bir yere gitmekte özgürüzdür. Birliğin hiyerarşik doğasını göz ardı ederek, kendinizi özgürlüğün reddine dayanan (kapitalist şirketler, silahlı kuvvetler, hatta devletler dahil olmak üzere) örgütlenmeleri destekler konumda bulabilirsiniz, çünkü bunların hepsi "gönüllü"dür. Bob Black'in belirttiği üzere, "dünya ekonomisini kontrol eden büyük-ölçekli şirketlerde [yapılmakta olan] özdeş, ama kontratla-kutsanmış hizmetkarlık anlaşmalarını göz ardı ederken, devlet otoriterliğini şeytan ilan etmek, en kötü biçimiyle bir fetişizmdir" ("Muhafazakâr Olarak Liberter", Çalışmanın Lağvedilmesi ve Diğer Makaleler, s. 142). Anarşi, efendiyi seçme özgürlüğünden daha fazlasıdır.

Bu nedenle hiyerarşiye karşı çıkmak anahtar niteliğinde olan bir anarşist konumlanıştır, aksi takdirde sadece --güçlükle anarşistik olan-- "gönüllü bir anarşist" olursunuz. Daha fazlası için Kısım A.02.14'e (Gönüllülük neden yeterli değildir?) bakınız.

Anarşistler örgütlerin hiyerarşik olmalarının gerekmediğini öne sürerler; kendi işlerini doğrudan yöneten eşitler arasındaki işbirliğine de dayanabilirler. Bu sayede, hiyerarşik yapılar (yani gücün bir azınlığın ellerine devredilmesi) olmadan yaşayabiliriz. Bir birlik ancak üyeleri tarafından kendinden yönetildiği zaman, gerçekten de anarşistçe olarak adlandırılabilir.

Bu konuyu vurguladığımız için üzgünüz, ama özgürlükle olan bağıntısından dolayı "anarşist" ismini kendilerine mal etmeye çalışan bazı kapitalist müdafiler [özürcüler], son zamanlarda bir kimsenin hem anarşist hem de kapitalist olabileceğini ("anarko" kapitalizm adı altında olduğu gibi) iddia etmekteler. (Bırakın devletçilik ve sömürüyü bir kenara) kapitalizmin hiyerarşiye dayanıyor olması nedeniyle, kavram olarak "anarko"-kapitalizmin bir çelişki olduğu sanırım şimdi oldukça açıklık kazanmıştır. (Bu konuda daha fazlası için, Kısım F'ye bakınız).
 

A.02.9. ANARŞİSTLER NE TÜR BİR TOPLUM ARZULUYORLAR?

Anarşistler özgür birliklere dayanan merkezsizleşmiş bir toplum arzularlar. Biz, bu tip bir toplumun yukarıda bahsettiğimiz değerlerin --yani özgürlük, eşitlik ve dayanışmanın-- azamileştirilmesi için en iyisi olduğunu düşünüyoruz. Ancak gücün mantıklı bir şekilde --hem yapısal hem de bölgesel olarak-- merkezden dağıtılmasıyla bireysel özgürlük geliştirilebilir ve cesaretlendirilebilir. Gücün bir azınlığın eline devredilmesi bireysel özgürlük ve itibarın açıkça çiğnenmesidir. Anarşstler, insanların kendi işlerini kendilerinin idare etmesi [hakkını elinden] alıp, bunu diğerlerinin eline teslim etmek yerine, gücü tabanda, alınan kararlardan etkilenlerin elinde yoğunlaştıracak, otoriteyi asgarileştirecek örgütlenmeleri tercih ederler.

Özgür birlik anarşist toplumun köşe taşıdır. Bireyler uygun gördükleri şekilde biraraya gelmekte özgür olmalıdırlar, çünkü bu özgürlük ve insan itibarının temelidir. Anacak bu tip herhangi bir özgür anlaşma gücün merkezsizleşmesine dayanmalıdır; aksi takdirde, yalnızca eşitliğin özgürlüğün büyümesi ve gelişmesi için gerekli [olan] toplumsal şartları sağlayabileceği veriliyken, bu (aynen kapitalizmde olduğu gibi) bir aldatmaca olacaktır. Bu nedenle anarşistler, "bir insan bir oy" [ilkesine] dayanan doğrudan demokratik kolektifleri desteklerler (doğrudan demokrasinin serbest anlaşmaların siyasi tamamlayıcısı olmasının mantıksallığı için Kısım A.02.11'e bakınız - Neden çoğu anarşist doğrudan demokrasiyi destekler?).

Burada, anarşist toplumun herkesin kabul ettiği bir nevi saf uyum hali demek olmadığına işaret etmemiz gerekiyor. Hiç de değil! Luigi Galleani'nin belirttiği üzere, "anlaşmazlık ve sürtüşme her zaman var olacaktır. Aslında, bunlar sınırsız bir ilerlemenin temel koşullarıdır. Ancak bir kez saf hayvani rekabetin kanlı alanı --besin için verilen mücadele-- ortadan kaldırıldığında, anlaşmazlığa sebep olan meseleler toplumsal düzen ve bireysel özgürlüğe karşı en ufak bir tehdit bile yaratmaksızın çözülebilecektir" (Anarşizmin Sonu Mu?, s. 28). Anarşizm "bireyler ve gruplardaki inisiyatif ruhunu canlandırmayı" amaçlar. Bunlar, "karşılıklı ilişkileri içerisinde, özgür anlayış ilkelerine dayanan" ve "çeşitlilik, hatta çatışmanın yaşam demek olduğunu ve aynılığın ölüm demek olduğunu" fark eden "bir hareket ve yaşam yaratacaklar" (Peter Kropotkin, Anarşizm, s. 143).  

Bu nedenle, anarşist bir toplum işbirlikçi çatışmalara dayanacaktır, çünkü "çatışma kendi başına zararlı değildir ... anlaşmazlıklar var olur {ve gizlenmemelidir}. ... Anlaşmazlığı yıkıcı yapan çatışmanın kendisi değildir, yanındaki rekabettir". Aslında, "katı bir anlaşma talebi, fiilen insanların kendi bilgeliklerini grubun çabasına dahil etmekten alıkonulmaları [demektir]" (Alfie Kohn, Yarışmak Yok: Rekabete Karşı, s. 156). İşte bu nedenle anarşistlerin çoğu büyük gruplarda oybirliğiyle karar alınmasını reddederler (Kısım A.02.12'e bakınız).

Anarşist toplumda, tamamen yönetsel olan görevlerin seçimle belirlenen komiteler tarafından yürütüldüğü birlikler, tüm herkesin katıldığı, eşitler arasındaki yaygın tartışma, münazara ve işbirlikçi çatışmaya dayanan kitle meclisleri [mass assembly] tarafından işletilecektir. Kendilerini seçen meclisin ilgili [watchful, uyanık] gözleri altında görevlerini yerine getiren bu komiteler; aday gösterilerek gelinen, geri çağırılabilir olan ve geçici süreli delegelerden oluşur. Yani, anarşist toplumda, "işlerimizle kendimiz ilgilenecek ve ne yapılması gerektiğine kendimiz karar vereceğiz. Ve, fikirleri eyleme dökmek amacıyla birisini bir projenin sorumlusu yapmak gerektiğinde, ona bu işi şu şekilde yapmasını ve başka bir şekilde yapmamasını söyleyeceğiz. ... Bizim kararımız olmaksızın hiçbir şey yapılamayacak. Böylece, delegelerimiz, bize emirler verme hakkını onlara verdiğimiz bireylerden meydana gelen insanlar olmak yerine, otoritesi olmayan, ilgili olan herkesin istediği bir şeyi yerine getirmekle görevli insanlar olacaklar" (Errico Malatesta, Fra Contadini, s. 34). Eğer delegeler kendilerine verilen vekalet [mandate] işlevinin aleyhine hareket ederlerse; etkilerini arttırmaya yönelik veya meclis tarafından halihazırda varılmış [kararın] ötesine geçerek faaliyet gösterirlerse (yani, eğer politika kararları almaya başlarlarsa), anında geri çağırılabilirler ve aldıkları kararlar iptal edilebilir. Bu yolla örgüt, kendisini meydana getiren bireylerin birleşiminin elinde kalmış olur.

Tabandaki grup üyelerinin bu kendinden yönetimi ve geri çağırma gücü, her anarşist örgütün temel ilkesidir. Devletçi veya hiyerarşik bir sistem ile anarşist topluluk arasındaki anahtar niteliğindeki ayrım, gücü kimin kullandığıdır. Örneğin, parlamenter sistemde, insanlar belli bir dönem zarfında kendileri için kararlar veren temsilciler grubuna gücü verirler. Halk onları [temsilcileri] bir sonraki seçime kadar geri çağıramayacağından dolayı, sözlerini yerine getirip getirmedikleri tamamen konu dışı kalır. Güç tepede toplanır ve aşağıda yer alanların ise itaat etmesi beklenir. Benzer bir şekilde, kapitalist bir işyerinde güç tepede bulunan seçilmemiş bir patronlar ve yöneticiler azınlığında toplanır, işçilerinse itaat etmesi beklenmektedir.

Anarşist bir toplumda bu ilişki tamamı ile ters yüz edilmiştir. Anarşist bir toplulukta, (seçilmiş ya da seçilmemiş olsun) hiçbir birey veya grup gücü elinde bulunduramaz. Bunun yerine kararlar doğrudan demokrasi ilkeleri kullanılarak alınır ve gerektiğinde topluluk bu kararları yürütecek delegeleri seçebilir veya göreve atayabilir. (Etkilenen herkesi sorumlu kılan) politika yapmakla, (delegelerin işi olan) kabul edilmiş herhangi bir politikanın koordinasyonu ve idaresi arasında belirgin bir fark vardır.

Özgür anlaşmalarla kurulan bu eşitlikçi topluluklar, aynı zamanda özgür bir şekilde konfederasyonlarda biraraya gelirler. Bu tip özgür konfederasyonlar, kararların en aşağıda [yer alan] asıl meclislerden yukarıya doğru aktarıldığı [bir tarzda], aşağıdan yukarıya doğru çalışacaktır. Konfederasyonlar, kolektiflerin işleyiş tarzında çalıştırılacaklardır. Katılan kolektifleri etkileyen tüm önemli konu ve sorunların tartışılacağı, düzenli [olarak yapılacak] yerel, bölgesel, "ulusal" ve uluslararası konferanslar olacaktır. Buna ek olarak, toplumun temel, yol gösterici ilkeleri ve fikirleri tartışılacak; politika kararları alınacak, uygulamaya geçirilecek, gözden geçirilecek ve düzenlenecektir. Delegeler basitçe "belirli vekilliklerini göreceli toplantılara taşıyacak, çeşitli ihtiyaç ve arzularını uyumlandırmaya çalışacaklar. Tasarlananlar daima onları temsille görevlendirenlerin denetim ve onayına tabi olacak" ve "insanların çıkarının unutulması tehlikesi artık olmayacaktır" (Malatesta, Op. Cit., s. 36).

Eğer gerekirse, meclislerin ve onların kongrelerinin kararlarını düzenlemek ve idare etmek üzere, yukarıda tartışıldığı üzere tabanın kesin kontrolü altında olan eylem komiteleri kurulacaktır. Bu yapıların delegeleri sınırlı görev süresi [limited tenure] ve belli yükümlülüklerle [göreve gelirler], --delegesi oldukları insanlar adına kararlar alamazlar. Ek olarak, konferans ve kongre delegeleri gibi, görevlendirildikleri ilk meclis ya da kongre tarafından anında geri çağırılabilmeleri söz konusudur. Bu şekilde, ortak faaliyetleri düzenlemek için gereken herhangi bir komite, Malatesta'dan alıntılarsak, "daima nüfusun doğrudan kontrolü altında" olacak ve böylece "halk meclislerinde alınan kararları" ifade edeceklerdir (Yaşamı ve Fikirleri, s. 175 ve s. 129).

En önemlisi de, asli [olan] topluluk meclisleri, konferanslarda alınan herhangi bir kararı reddetme ve herhangi bir konfederasyondan çekilme hakkına sahiptirler. Görüşmeler sırasında delegeler tarafından verilen herhangi bir taviz, onaylanmak üzere genel meclise geri gelmelidir. Bu onaylama olmadan delegeler tarafından verilen hiçbir taviz, bireye ya da komiteye belirli bir görevi veren topluluk üzerinde bağlayıcı olamaz. Bunun yanı sıra, yeni gelişmeleri tartışmak üzere, değişen isteklerden eylem komitesini haberdar etmek üzere veya herhangi bir gelişme ve fikir hakkında ne yapılması gerektiği konusunda onları yönlendirmek maksadıyla, [topluluk meclisleri] konfederal konferanslar düzenlenmesi çağrısı yapabilirler.

Diğer bir deyişle, anarşist örgüt veya toplumda gerekli olan delegeler (demokratik bir hükümette oldukları üzere) temsilciler [representative] değildirler. Kropotkin bu ayrımı belirginleştirir:

"Temsil etmenin karşısındaki gerçek bir delegasyon meselesi; kendilerini ilgilendiren sorunu her yönüyle tartışmak ve [bu konuda] bir karar almak üzere ... iş[yer]lerinde hergün toplanan ve ortak kaygılarını paylaşan, yüz ya da iki yüz erkek {ve kadını} tasavvur edersek daha iyi anlaşılabilir. Aralarından birisini seçerek, aynı tipteki delegelerle birlikte bir anlaşmaya varmak üzere onu görevlendirebilirler. ... Bu delegenin, arkadaşlarının belli bir sonuca varırken gözönüne aldıkları şeyleri diğer delegelere açıklamaktan daha fazla bir yetkisi yoktur. Başka bir şeyi dayatamayacakken; o [delege] anlaşmazlığı halletmeye çalışacak ve ona vekalet verenlerin kabul veya red edebileceği basit bir öneriyle geri gelecektir. Gerçek delegasyon ortaya çıkarsa, olacak olan işte budur" (Bir Asinin Sözleri, s. 132).
Temsiliyet sisteminin aksine, güç bir azınlığın ellerine teslim edilmez. Tersine, herhangi bir delege ancak ilk aşamada seçimle seçildiği (veya olmazsa atandığı) birliğin sözcüsü olacaktır. Kendilerinin değil de geldikleri meclislerin arzularını yansıtmalarını garanti etmek için, tüm delegeler ve komiteler belli bir süre için görevlendirilirler ve anında geri çağırılabilirler. Bu şekilde hükümetin yerini anarşi alır --[yani] belli bir süre için seçilmiş delegeler, anında geri çağırma, özgür anlaşma ve özgür federasyon sistemine dayanan eşitler olarak işbirliği yapan birlikler ve topluluklar ağı.

Ancak böyle bir sistem "insanların özgür örgütlenmesini, aşağıdan yukarıya doğru bir örgütlenmeyi" güvence altına alacaktır. Bu "aşağıdan yukarıya özgür federasyon", temel "birlik"le başlayacak ve bunların "ilk önce komüne, ardından komünlerin bölgelere, bölgelerin uluslara ve ulusların uluslararası kardeşlik birliğine federasyonu" [ile oluşacaktır] (Michael Bakunin, Bakunin'in Siyasi Felsefesi, s. 298). Bu anarşist topluluklar ağı üç düzeyde işleyecektir: "belli bir [coğrafik] bölgeye ait bağımsız Komünler; ve erkeklerin {ve kadınların} farklı işlevlerine göre örgütlenmesi için oluşturulan Sendika federasyonları (yani, işyeri birlikleri); ... (ve) karşılıklı korunma için, fikirlerin propagandası için, sanat için, eğlence için, v.b. gibi tüm olası ve tasavvur edilebilecek ekonomik, sıhhi ve eğitsel gereksinimlerin karşılanması için [oluşturulan] özgür birlikler [combine] ve topluluklar" (Peter Kropotkin, Evrim ve Çevre, s. 79). Bunların tümü de tepeden tırnağa özyönetime, özgür birliğe, özgür federasyona ve özörgütlenmeye dayanacaktır.

Bu şekildeki bir örgütlenmeyle hiyerarşi yaşamın tüm yönlerinde yıkılmış olur, çünkü örgütün tabanında yer alan insanların [belirledikleri] delegeler değil, [bizzat kendileri] kontrole sahiptir. Ancak bu tip bir örgüt, devletin (azınlığın inisiyatifi ve yetkili olmasının) yerine anarşiyi (herkesin inisiyatifi ve yetkili olmasını) geçirebilir. Bu tip bir örgüt, grup çalışmasının ve birçok insanın koordinasyonunun gerektiği tüm faaliyetlerde var olacaktır. Bakunin'in dediği gibi bu, "bireyleri anlayabilecekleri ve kontrol edebilecekleri yapılara dahil etmek" demek olacaktır (Cornelious Castoriadis'in alıntısı, Siyasal ve Toplumsal Yazılar, cilt 2, s. 97). Bireysel inisiyatifleri, katılan birey idare edecektir.

Görüldüğü üzere, anarşistler hiçbir birey veya grubun diğerleri üzerinde güç kullanamamasını sağlayacak yapılara dayanan bir toplum yaratmayı arzularlar. Özgür anlaşma, konfederasyon, geri çağırma gücü, belirli yetkiler ve sınırlı görevlendirme süresi; [tüm bu mekanizmalar], gücü, hükümetlerin ellerinden alarak kararlardan doğrudan etkilenenlerin eline veren mekanizmalardır.

Anarşist bir toplumun neye benzeyeceğine dair daha ayrıntılı bir tartışma için Kısım I'ya bakınız. Ancak, anarşi uzaktaki bir hedef değildir, tahakküm ve sömürüye karşı mevcut mücadelelerin bir yönüdür. Doğrudan eylemin katılımcı kitle örgütleri yaratması, insanları kendi kişisel ve kolektif çıkarlarını doğrudan idare etmeye hazırlamasıyla, araç ve amaçlar bağlantılıdır. Bunun sebebi, Kısım I.02.3'de tartıştığımız üzere, anarşistlerin özgür toplumun çerçevesini, ezilenlerin bugün ve burada kapitalizme karşı savaşımlarında yaratılan örgütlenmelere dayanması gerektiğini görmeleridir. Bu anlamda, kolektif mücadele, anarşizmin işlemesi için ihtiyaç duyduğu örgütlerle birlikte bireysel tavırları yaratır. Tahakküme karşı savaşım anarşizmin okuludur. Bu bize nasıl anarşist olunacağını öğretmekle kalmaz, anarşist toplumun neye benzeyeceği, başlangıçtaki örgütsel çerçevenin nasıl olabileceği hakkında bir öngörü fırsatı, böyle bir toplumun işlemesi için gerekli olan kendi faaliyetlerimizi idare edebilme deneyimi sağlar. Bu nedenle, anarşistler, istediğimiz türden bir dünyayı bugünkü savaşımlarımız içerisinde yaratmaya çalışırlar ve fikirlerimizin ancak "devrimden sonra" gerçekleştirilebileceğini düşünmezler. Aslında, ilkelerimizi bugün uygulayarak anarşiyi çok daha yakınlaştırırız.

A.02.10. HİYERARŞİYİ ORTADAN KALDIRMAK NE ANLAMA GELİR VE NE KAZANDIRIR?

Liberter organizasyonlara dayanan yeni bir toplum yaratılmasının günlük yaşam üzerinde sayısız etkisi olacaktır. Milyonlarca insanın güçlenmesi [empowerment, yetkilenmesi], bugün ancak üzerinde tahmin yürütebileceğimiz bir şekilde toplumu dönüşterecektir.

Ancak, birçoğu bu örgütlenme biçimlerinin pratik olmadığına ve başarısızlığa mahkum olduğuna inanmaktadır. Konfederal, otoriter olmayan örgütlerin karmaşa ve uyumsuzluk yaratacağını söyleyenlere karşı anarşistler [cevap olarak]; devletçi, merkezi ve hiyerarşik örgütlenme biçiminin ilgi yerine ilgisizliği, dayanışma yerine acımasızlığı, birlik yerine bir tekdüzeliği ve eşitlik yerine ayrıcalıklı elitleri üreteceğini söylerler. Daha da önemlisi, bu tip örgütlenmeler bireysel inisiyatifi yok eder ve bağımsız davranış ile eleştirel düşünceyi ezerler (Hiyerarşi hakkında daha fazlası için bakınız Kısım B.01 --"Neden anarşistler otorite ve hiyerarşiye karşıdırlar?"

Liberter örgütlenmenin işleyebileceği ve hürriyete dayandığı (ve onu beslediği) İspanyol Anarşist hareketi tarafından gözler önüne serilmiştir. Britanya Bağımsız Emek Partisi sekreteri Fenner Brockway 1936 devrimi sırasında İspanya'yı ziyaret ettiğinde, şunu vurguluyordu: "Anarşistler arasında var olan büyük dayanışmanın sebebi her bireyin liderliğe değil, kendi sahip olduğu kuvvete güvenmesidir ... Örgüt, başarılı olmak için, özgür düşünen insanlarca oluşturulmalıdır; bir kitle [tarafından] değil, bilakis özgür bireylerce" (Rudolf Rocker'ın alıntısı, Anarko-sendikalizm, s. 67f).

Yeterince gösterildiği üzere, hiyerarşik, merkezileşmiş yapılar özgürlüğü kısıtlar. Proudhon'un belirttiği üzere: "merkezileşmiş sistem büyüklüğü, basitliği ve yapısı itibariyle gerçekten de iyidir: ancak bir şeyden yoksundur --böyle bir sistemde birey artık kendisi değildir; kendi değerini, kendi yaşamını hissedemez ve o hiçbir şekilde hesaba katılmaz" (Martin Buber'in alıntısı, Ütopya'da Patikalar, s. 33).

Hiyerarşinin etkileri tüm çevremizde görülebilir. İşlemez. Hiyerarşi ve otorite işyerinde, evde, sokakta, her yerde vardır. Bob Black'in ifade ettiği üzere, "Uyanık olduğunuz zamanın çoğunu emirler almak veya kıç yalamakla geçiriyorsanız, eğer hiyerarşiye bağımlı hale geliyorsanız; [artık] pasif-saldırgan, sado-mazoşist, köle [ruhlu] ve aptallaştırılmış birisi olacaksınız ve bu yükü yaşamınızın her yönüne taşıyacaksınız" ("Muhafazakar olarak Liberter", Çalışmanın Lağvedilmesi ve öteki makaleler, s. 147-8).

Bu, hiyerarşinin sona ermesinin günlük hayatımızda devasa dönüşümlere [neden olacağı] anlamına gelir. Bu, herkesin kendi yeteneklerini azami şekilde ortaya koyabileceği ve böylece de geliştirebileceği birey-merkezli örgütlenmelerin yaratılmasını içerecektir. [Bireyler] --işyerinde, toplulukta ve toplumda-- kendilerini etkileyen kararlarla ilgilenerek ve onlara katılarak, kendi bireysel kapasitelerinin tam olarak gelişmesini sağlayabilirler.

Herkesin toplumsal yaşama özgürce katılmasıyla, eşitsizlik ve adaletsizliğin çabucak sona erdiğini göreceğiz. İnsanların kapitalizmde olduğu gibi amaçları karşılanması sağlamak için var olması, bir azınlığın refah ve iktidarını artırmak için kullanılması yerine, hiyerarşinin sona ermesi (Kropotkin'den alıntılarsak) "herkesin refahına" yol açacak ve bu "işçinin ortak miras üzerindeki hakkını öne sürmesinin ve onun sahipliğine kalkışmasının tam zamanı" olacaktır (Ekmeğin Fethi, s. 35 ve s. 44). Çünkü ancak yaşam araçlarının (işyerleri, konutlar, toprak, vb.) ele geçirilmesi, "hürriyet ve adaletin hüküm verilen [şeyler] değil, ekonomik bağımsızlığın sonucu" olmasını sağlayacaktır. "Bunlar, bireyin, bir efendiye bağlı olmaksızın yaşayabileceği ve ... kendi alınterinin ürününden zevk alabileceği olgusundan kaynaklanır" (Ricardo Flores Magon, Toprak ve Hürriyet, s. 62). Bu nedenle, hürriyet, "kullanma hakları" lehine özel mülkiyet haklarının lağvedilmesini gerektirir (daha fazla ayrıntı için bakınız Kısım B.03). İronik bir şekilde, "mülkiyetin lağvedilmesi insanları evsizlikten ve malik olmamadan [nonpossession] kurtaracaktır" (Max Baginski, "Hükümet Olmadan", Anarşi! Emma Goldman'ın Mother Earth'inin Antolojisi, s. 11). Böylece, anarşizm "mutluluğun her iki gereksinimi de --hürriyet ve refah--" taahh&uuuml;t eder. Anarşide, "insanlık özgür ve rahat içinde yaşacak" (Benjamin Tucker, Neden Anarşistim, s. 135 ve s. 136).

Yalnızca özbelirlenim [self-determination] ve toplumun her seviyesindeki özgür anlaşmalar; bireyin ve bir bütün olarak toplumun sorumluluğunu, insiyatifini, entelektüelliğini ve dayanışmasını bir bütün olarak geliştirebilir. Yalnızca anarşist örgütlenme, insanlıkta zaten var olan engin yeteneğe ulaşılmasına ve [bunun] kullanılmasına; bireyi zenginleştiren ve geliştiren bu süreç sayesinde toplumun da zenginleşmesine imkan tanır. Yalnızca herkesin kendisini etkileyen kararlar hakkındaki düşünme, planlama, düzenleme ve uygulama süreçlerine dahil olmasıyla özgürlük geliştirebilir; [bu sayede de] bireysellik tam anlamıyla geliştirebilir ve korunabilir. Anarşi, hiyerarşi tarafından köleleştirilmiş olan halk kitlelerininin yaratıcılığını ve yeteneklerini serbest bırakacaktır.

Hatta anarşi, kapitalizmden ve onun yetke [otorite] ilişkilerinden faydalandığı söylenenlerin bile yararına olacaktır. Anarşistler, "yöneten ve yönetilenlerin her ikisinin de otorite tarafından bozulduğunu [tahrip edildiğini] savunurlar; sömüren ve sömürülenlerin her ikisi de sömürü tarafından bozulurlar" (Peter Kropotkin, Kendin için Davran, s. 83). Bunun sebebi ise, "herhangi bir hiyerarşik ilişkide, boyun eğenin olduğu kadar tahakküm edenin de işini yapmasıdır [yapması gerekeni yapması]. 'Komuta etmenin şanı' için ödenen bedel aslında oldukça ağırdır. Her tiran işinden dolayı daralır [resent]. O [tiran], hiyerarşik gezintisi boyunca, boyun eğenin uykuda olan yaratıcı potansiyelinin ölümcül ağırlığını beraberinde sürüklemeye mahkum edilmiştir" (Kendimiz İçin, Açgözlü Olma Hakkı, Tez 95).
 

A.02.11. ANARŞİSTLERİN ÇOĞU NEDEN DOĞRUDAN DEMOKRASİ TARAFTARIDIR?

Anarşistlerin çoğuna göre, özgür birlikler içindeki politika kararlarını almak için başvurulan doğrudan demokratik oylama, özgür anlaşmalarının siyasi bir tamamlayıcısıdır. Bunun nedeni ise, "özgür, baskıcı olmayan, anlaşma tarzında da tahakkümün pek çok [değişik] biçimi varolabilir ... ve sadece politik denetime muhalif olmanın kendiliğinden baskıyı sona erdireceğini düşünmek ... naifçetir" (John P. Clark, Max Stirner'in Egoizmi, s. 93). Bu nedenle, örgütlenme içerisinde yarattığımız ilişkiler, [örgütün] liberter mizacının belirlenmesinde onun gönüllü mizacı kadar önemlidir (daha fazla tartışma için bakınız Kısım A.02.14).

Bireylerin tam bir insani yaşam sürmek için birlikte çalışmaları gerektiği gayet açıktır. Ve böylece, "diğer bireylerle birleşmesi gerekirken", bireyin önünde üç seçenek vardır: "diğerlerinin iradesine tabi olur (köleleştirilir) veya diğerlerini kendi iradesine tabi kılar (otorite olur) veya herkesin iyiliği için diğerleri ile kardeşçe bir anlaşma yaparak yaşayabilir (ortak olur [to be an associate, birleşik]). Hiç kimse bu gereklilikten kaçamaz" (Errico Malatesta, Yaşamı ve Fikirleri, s. 85).

Anarşistler açıktır ki bu son seçeneği seçerler, ortak olmayı; çünkü [bu], bir diğerinin biricikliğine ve özgürlüğüne saygı gösterirken, bireylerin özgür ve eşit insanlar olarak birarada çalışabileceği yegâne araçtır. Yalnızca doğrudan demokraside bireyler kendilerini ifade edebilirler, eleştirel düşünce ve kendinden-yönetimi pratiğe geçirebilirler; böylece de entelektüel ve etik kapasitelerini tam olarak geliştirebilirler. Bireyin özgürlüğünü ve onların entelektüel, etik ve toplumsal melekelerini [faculty] artırması anlamında; her zaman patronun iradesine tabi olmaktansa azınlıkta kalmak bazen daha iyidir. Peki anarşist doğrudan demokrasi [fikrinin] ardında yatan kuram nedir?

Bertrand Russell'ın belirttiği gibi, anarşist "kolektif kararlar anlamında hükümetin lağvedilmesini arzulamaz: onun istediği şey bir kararın ona karşı çıkanlara zorla dayatılmasını sağlayan sistemi ortadan kaldırmaktır" (Özgürlüğe Giden Yollar, s. 85). Anarşistler, kendinden yönetimi bunu başarmanın aracı olarak görürler. Birey, bir topluluğa veya işyerine katıldığında, o artık o birliğin "yurtdaşı" (daha iyi bir kelime gerekli) olur. Birlik, tüm üyelerden oluşan meclis etrafında örgütlenir (büyük işyerleri veya şehirler söz konusu olduğunda, belirli bir ofis veya bir mahalle şeklindeki işlevsel alt gruplar da olabilir). Bu mecliste, diğerleriyle ittifak halinde [diğer bireylerle görüş birliği içinde], onun [bireyin] siyasi yükümlülükleri tanımlanır. İnsanlar, bu birliğin içindeki faaliyetlerde, eleştirel değerlendirme ve seçim yapmalıdırlar --yani, kendi işlerini [kendileri] halletmelidirler. Bireyler, (devlet veya kapitalist firma gibi hiyerarşik örgütlenmelerde olduğu gibi) itaat etme vaadinde bulunmak yerine, kendi kolektif kararlarını, arkadaşlarına karşı taahhütlerini yerine getirmeye katılırlar. Bu ise, siyasi yükümlülüğün, devlet veya şirket gibi grubun veya toplumun üstünde olan ayrı varlıklara değil, bir kimsenin yoldaş "yurtdaş"ına [fellow citizen] karşı olduğunu ifade eder.

Her ne kadar [mecliste] biraraya gelen insanlar birliklerini idare etmeye [yaracayacak] kuralları kolektif bir şekilde yasallaştırıp, bireyler olarak onlar tarafından sınırlandırılmış olsalar da; bu kuralların her zaman değiştirilebilir ve iptal edilebilir olması anlamında, [bireyler/kolektif bireyler] onlardan [kurallardan] daha üstündür. Biraraya gelen "yurtdaşlar", kolektif olarak, siyasi "otorite"yi oluştururlar, ancak bu otorite kendileri ve seçkinler arasındaki düşey [ilişkilere] değil, kendi aralarındaki yatay ilişkilere dayandığı için bu "otorite" hiyerarşik değildir ("rasyonel" veya "doğal" konusunda daha fazlası için, bakınız Kısım B.01 - "Neden anarşistler otorite ve hiyerarşiye karşıdırlar?"). Bu nedenle Proudhon [şöyle diyor]:

"Yasaların yerine, biz sözleşmeleri {yani özgür anlaşmaları} koyacağız. Artık hiçbir yasa oy çokluğuyla ve hatta oybirliğiyle kabul edilmeyecektir; her yurtdaş, her şehir, her endüstriyel birlik kendi yasalarını yapacak" (Genel Devrim Fikri, s. 245-6).
Böyle bir sistem tabii ki herkesin alınması gereken --ne kadar önemsiz olursa olsun-- her karara katlacağı anlamına gelmez. Her karar meclisin önüne getirilebilse de (eğer meclis buna karar verirse --belki de bazı üyelerinin yönlendirmesiyle), uygulamada bazı faaliyetlerle (ve keza tamamen işlevsel kararlarla) birliğin seçilmiş yönetimi uğraşacaktır. Bunun sebebi, aktivist bir İspanyol anarşistinden alıntı yapacak olursak, [şudur:] "kolektivite aslında mektup yazamaz veya sayılar yığınını toplayamaz veya yüzlerce irili ufaklı işi yapamaz --bunları ancak birey yapabilir". ""Yönetimi örgütleme" gereği bu nedenle [vardır]. "Haftada bir veya daha sık aralıklarla genel mecliste toplanan bir yönlendirici konsey [directive council] veya herhangi bir hiyerarşik görev olmaksızın örgütlenen" bir birlik tasavvur edilse bile, "ilerlemesi için lüzumlu olan tüm sorunları çözüme kavuşturduğunda", [bu birlik] hâlâ "kesinlikle yönetsel işlevleri olan bir komisyon görevlendirir". Ancak, meclis "bu komisyon için belirli bir hareket çizgisi belirler veya ona mecburi bir vekillik verir" ve böylece "kusursuz bir biçimde anarşist olacaktır". Çünkü, "bu vazifelerin nasıl ilerleneceği konusunda önceden eğitimli olan nitelikli bireylere devredilmesi ... o kolektifin hürriyetinden feragat etmesi anlamına gelmez" (Jose Llunas Pujols, Max Nattlau'nun alıntısı, Anarşizmin Kısa Tarihi, s. 187). Belirtilmelidir ki, bu, Proudhon'un işçi birliklerinde "tüm görevler seçimle gelinir ve kural gereği üyelerin onayına bağlıdır" fikirlerini takip eder (Proudhon, Op.Cit., s. 222).

Kapitalist veya devletçi hiyerarşi yerine; kendinden-yönetim (doğrudan demokrasi), özgür toplumu meydana getiren özgürce katılanılan birliklerin kılavuz ilkesi olacaktır. Bu, anarşist toplumun çalıştırmak zorunda olduğu birlikler federasyonu için de geçerlidir. Jose Llunas Pujols'un doğru olarak öne sürdüğü gibi, "anarşist toplumda görevlendirilen tüm komisyon ve delegasyonlar, onları seçen kesim veya kesimlerin daimi oy hakkıyla her zaman yenilenmeye veya geri çağrılmaya tabi olmalıdır". "Mecburi vekillik" ve "tamamen yönsetsel olan işlevler"le biraraya getirildiğinde, bu "herhangi bir kimsenin kendisini bir nebze de olsa otorite olarak benimsemesini imkansız kılar" (Max Nettlau'nun alıntısı, Op.Cit., s. 188-9). Yine, Pujols, yirmi yıl önce insanların "egemenliklerini istirham etme"melerini sağlamak için "bağlayıcı vekilliğin yürürlüğe koyulması"nı talep eden Proudhon'u takip etmektedir (Ne Tanrılar,Ne Efendiler, cilt 1, s. 63).

Vekillik ve seçimlere dayanan bir federalizm vasıtasıyla, anarşistler kararların aşağıdan yukarıya doğru akmasını güvence altına alırlar. Kendi kararlarımızı olarak, kendi ortak çıkarlarımızı kendimiz gözeterek, bizi yöneten diğerlerini dışlarız. Kendinden yönetim, anarşistlere göre, iyi bir insan varoluşu için gerekli örgütlenmeler içerisinde özgürlüğü güvence altına almak için aslidir.

Tabii ki,
azınlıktaysanız diğerleri tarafından yönetildiğiniz söylenebilir --"Demokratik yönetim hâlâ bir yönetimdir" (L. Susan Brown, Bireysellik Siyaseti, s. 53). Tanımladığımız doğrudan demokrasi kavramı zorunlu olarak çoğunluk kuralı kavramına bağlı değildir. Birisi eğer kendini belirli bir oylamada azınlıkta bulursa, kendisini [bunu] kabul etme veya [bunu] bağlayıcı olarak kabul etmeyi reddetme arasında tercih yapma zorunluluğuyla karşı karşıya bulur. Azınlığa kendi kararını ve seçimini yerine getirme fırsatını vermemek demek, onun özerkliğine tecavüz etmek, özgürce kabul etmediği bir yükümlülüğü onun üstüne yıkmak demektir. Çoğunluğun iradesinin zorlayıcı bir şekilde uygulanması, kendiliğinden-alınan [self-assumed, kendiliğinden üstlenilen] yükümlülükler ülküsüne, dolayısıyla da doğrudan demokrasiye ve özgür birliğe aykırı bir şeydir. Bu nedenle, özgür birlik ve kendiliğinden-üstlenilen yükümlülük bağlamında doğrudan demokrasi, bırakın özgürlüğün reddedilmesini, özgürlüğün olgunlaştırılabileceği tek yoldur. ("Bireysel otonomi [özerklik] verilen sözlerin tutulması yükümlülüğüyle sınırlıdır" (Malatesta, Max Nettlau'nun alıntısı, Errico Malatesta: Bir Anarşistin Biyografisi)) Söylemeye gerek yok, ancak azınlık --eğer birliğin içinde kalırsa-- kendi savunduğunu tartışabilir ve [izlenen] yolun hatalı olduğu konusunda çoğunluğu ikna etmeyi deneyebilir.

Ve anarşistlerin doğrudan demokrasiyi desteklemesinin, bizim çoğunluğun her zaman haklı olduğunu düşündüğümüz anlamına gelmediğini vurgulamalıyız. Hiç de öyle değil! Demokratik katılım meselesi, çoğunluğun her zaman haklı olması değil, ancak  azınlığın genelin iyiliği yerine kendi avantajına olanı tercih etmesine izin verilemeyeceği anlamına gelir. Tarih, genel sağduyunun tahmin ettiğini, yani diktatöryal güçlere sahip herhangi birinin --devlet başkanı, patron, koca, ne olursa olsun-- gücünü, kendini zenginleştirmek ve kendi kararlarına tabi olanların zararına kendini güçlendirmek üzere kullanacağını ispatlar.

Anarşistler, çoğunlukların da hatalar yapabileceğinin ve yaptıklarının farkındadır, birliğe ilişkin kuramlarımızda azınlık haklarına önemli bir yer vermemiz de bundan ötürüdür. Bu, çoğunluk kararlarına karşı azınlığın protesto hakkı üstünde temellenen ve muhalifi karar almada anahtar etmen yapan, kendiliğinden-üstlenilen yükümlülükler kuramımızdan görülebilir. Bu nedenle Carole Pateman [şöyle diyor]:

"Eğer çoğunluk kötü niyetle hareket ederse; ... [bu durumda] azınlık, kendi yurtdaşlığını, bağımsızlığını ve bizzat siyasi birliğin kendisini savunmak için, --eğer uygunsa, siyasi olarak itaatsizliğii içeren eylemler de dahil olmak üzere-- siyasi eylemlere başvurmak zorunda kalacaktır. ... Siyasi itaatsizlik, kendinden-yönetilen demokrasinin dayandığı aktif yurtdaşlığın olası ifade şekillerinden yalnızca birisidir. ... Söz vermenin toplumsal uygulaması, taahhütlerin reddedilmesi veya değiştirilmesi hakkını da içerir; benzer şekilde, azınlıkların muvafık olmayı reddetme veya [muvafakattan] vazgeçme veya gerektiğinde ise itaat etmeme haklarının pratik kabulü olmaksızın, kendiliğinden-üstlenilen siyasi yükümlülük pratiğinin hiçbir anlamı olmayacaktır" (Siyasal Yükümlülük Sorunu, s. 162).
Birliklerin içindeki ilişkilerin ötesine geçersek, farklı birliklerin birlikte nasıl faaliyet gösterdiklerini aydınlatmamız gerekir. Tasavvur edilebileceği üzere, birlikler arasındaki bağlantılar, birliklerin kendileri içindekilerle aynı ana hatları izleyecektir. Birliğe katılan bireyler yerine, şimdi konfederasyonlara katılan birliklerle karşı karşıyayız. Konfederasyonda [yer alan] birlikler arasındaki bağlantılar, üyeleri için [tanınan] "söz söyleme ve ayrılma" hakları, azınlıklar için tanınmış aynı haklar ile beraber birliklerdeki gibi yatay ve gönüllü bir mizaca sahip olacaktır. Bu yolla, toplum --katılım ve kendinden-yönetimi azamileştirerek bireyin özgürlüğünü azamileştirmeye dayanan-- birliklerin birliği, toplulukların topluluğu, komünlerin komünü haline gelir.

Bu tip bir konfederasyonun çalışması kısaca Kısım A.02.9'da ("Anarşistler ne tip bir toplum istiyorlar?") açıklanmıştır ve ayrıntılarıyla Kısım I'da ("Anarşist toplum neye benzeyecek?" tartışılmaktadır).

Doğrudan demokrasi fikri anarşist kurama gayet iyi oturur. Malatesta, "anarşistler, çoğunluğun insan toplumunun genelini yönetme hakkı olduğunu reddederler" derken bütün anarşistler adına konuşur. Görüleceği üzere çoğunluğun kendisini azınlığa dayatma hakkı yoktur --azınlık, istediği zaman birliği terk edebilir ve --Malatesta'nın sözlerini kullanırsak-- "çoğunluğun kararlarına, bunların neler olabileceğini işitmemişken bile, boyun eğmek" zorunda değildir (Anarşist Devrim, s. 100 ve s. 101). Bu nedenle, gönüllü birlik içindeki doğrudan demokrasi ne bir "çoğunluk yönetimi" yaratacaktır, ne de azınlığın ne olursa olsun çoğunluğa boyun eğmesini gerektirecektir. Aslında, doğrudan demokrasinin anarşist taraftarları, bunun Malatesta'nın şu argümanına uygun olduğunu belirtirler:

"Elbette anarşistler, yaşamın ortaklaşa sürdürüldüğü bir yerde, azınlığın genelde çoğunluğun görüşünü kabul etmesi gerekeceğinin farkındadırlar. Bir şeyi yapmak için bariz bir gereklilik veya yarar söz konusu olduğunda ve de bunu yapmak tüm herkesin kabulünü gerektirdiğinde; azınlık, çoğunluğun arzularına uyum göstermesi gerektiğini hissetmelidir. ... Ancak bir grubun diğerine uyum göstermesi karşılıklı ve gönüllü olmalı; inatçılık yüzünden toplumsal faaliyetlerin felce uğramasından sakınmak üzere gerekliliğin ve iyi niyetin farkında olunmasından kaynaklanmalıdır. Bu, bir ilke veya yasal bir norm olarak dayatılamaz ..." (Op.Cit., s. 100).
Azınlık bir yandan kapsamlı eylem yapma, protesto düzenleme ve itiraz etme haklarına, öte yandan da birlikten ayrılma hakkına sahipken, çoğunluk kuralı bir ilke olarak dayatılamaz. Aksine, bu, hiçbir azınlığın isteklerini çoğunluğa dayatamayacağını garanti altına alırken, azınlığın muhalefetine ve görüşlerinin ifade edilmesine (ve eyleme geçirilmesine) de izin veren, tamamıyla bir politik karar alma aracıdır. Diğer bir deyişle, çoğunluk kararları azınlık üzerinde bağlayıcı değildir. Her şeyden öte, Malatesta'nın belirttiği üzere:
"çoğunluğun izlediği yolun kesinlikle bir felakete yol açacağına emin olan birisinin kendi kanaatlarından fedakarlık yapması ve pasif davranması gerektiğini ve daha da kötüsü yanlış olduğunu düşündüğü politikayı desteklemesi gerektiğini, hiç kimse beklememeli ve hatta arzu dahi etmemelidir" (Errico Malatesta: Yaşamı ve Fikirleri, s. 132).
Bireyci Anarşist Lysander Spooner bile "gönüllü birliklerin tümü ya da tümüne yakını, ortadaki amaçları başarmak için bir araç olarak kullanılmak üzere, çoğunluğa --veya üyelerin bütünü;nden daha az olan bir kısmına-- bir miktar sınırlı karar alma hakkı tanır" derken, doğrudan demokrasinin yararları olduğunu kabul etmektedir. Ancak, "birliğin tüm üyelerinin görüş birliği içinde olduğu durumlar hariç olmak üzere, bireyin iyiliğine, haklarına ve kişiliğine karşı hiçbir yasa anonim kapasitesi dahilinde haklı bir şekilde birlik tarafından dayatılamayacağından" dolayı; "hakimlik kürsüsü [tribunal] neredeyse tüm insanları temsil eder" ve [bu nedenle] yalnızca ("yasayı ve yasanın adaletini yargılayacak" olan) jürinin oybirliğiyle alacağı bir karar bireysel hakları belirleyebilir --Spooner'in jürilere olan desteği, onun birliğin tüm üyelerinin görüş birliğini sağlamanın "pratikte imkansız olacağı"nı fark etmesinden kaynaklanmaktadır (Jüri Yargılaması, s. 130 dipnot 1, s. 134, s. 214, s. 152 ve s. 132).

Bu nedenle, doğrudan demokrasi ile bireysel/azınlık haklarının çatışması gerekmez. Uygulamada, anarşist bir toplumda, doğrudan demokrasi, artı jüri sitemi ve azınlık protesto/doğrudan eylemleri ile azınlık iddialarını/haklarını değerlendirmenin/korumanın bir tür kombinasyonunun; çoğu birlikteki kararların çoğunun alınmasında kullanılabileceğini tasavvur edebiliriz. Özgürlüğün gerçek biçimleri, yalnızca doğrudan taraf olan insanların pratik deneyimleri sayesinde yaratılabilir.

Son olarak, anarşistlerin doğrudan demokrasiye olan bu desteklerinin, bu çözümün her zaman tercih edilir olacağı anlamına gelmediğini vurgulamalıyız. Örneğin, birçok küçük birlik oybirliğiyle karar almayı destekleyebilir (oybirliği ve neden çoğu anarşistin bunun doğrudan demokrasiye karşı geçerli bir alternatif olmadığını düşündüğü hakkında bir sonraki kısma bakınız). Ancak, anarşistlerin çoğu, özgür birlik içindeki doğrudan demokrasinin, anarşist bireysel özgürlük, saygınlık ve eşitlik ilkeleriyle uyumlu olan en iyi (ve en gerçekçi) örgütlenme biçimi olduğunu düşünür.

A.02.12. KONSENSUS [OYBİRLİĞİ] DOĞRUDAN DEMOKRASİNİN ALTERNATİFİ MİDİR?

Özgür birlikler içerisinde doğrudan demokrasiyi reddeden az sayıdaki anarşist, genellikle oybirliğiyle karar alınmasını destek. Oybirliği, eyleme geçirilmeden önce kararın grupta bulunan herkesin onayıyla alınmasına dayanır. Bu nedenle, oybirliğinin çoğunluğun azınlığı yönetmesini sone erdirdiği ve anarşist ilkelerle daha tutarlı olduğu öne sürülür.

Oybirliği hepimizin kabul edeceği üzere, karar almada "en iyi" seçenek olsa da sorunlara sahiptir. Murray Bookchin'in oybirliği hakkındaki kendi deneyimini anlatırken dikkat çektiği üzere, otoriter sonuçlara neden olabilir; çünkü

"[Kabullenmeyenlerin] muhalefeti aslında tek-kişinin vetosuyla eşanlamlı olduğu için, bir karar üzerinde tam bir oybirliği sağlamak amacıyla sıklıkla azınlıktaki muhalifler sorun yaratan konuda oy kullanmamaya ustaca yönlendirilmekte veya psikolojik olarak zorlanmaktadırlar. Amerikan oybirliği sürecinde buna "kenarda durma" [standing aside] denmektedir; bu, oldukça sıklıkla, muhaliflerin --azınlıkta olsalar dahi-- kendi görüşlerine göre oy kullanarak muhalefetlerinin onurlu ve devamlı bir ifadesini [gerçekleştirmek] yerine, karar alma sürecinden tamamen çekilmesine varan bir noktaya kadar yıldırılmasını içerir. Geri çekilmiş olmalarından ötürü, siyasi varlıklar olmaları da sonlandırılmış olur --ki böylece 'karar' alınabilsin. ... Sonunda oybirliği, muhalif üyelerin kendilerini sürecin katılımcıları olmaktan alıkoymasıyla başarılmıştır.
Daha kuramsal düzeyde ise, oybirliği tüm diyaloğun en hayati yönünü, muhalefet etmeyi [dissensus] sessizleştirmiştir. Süren ayrılığın, azınlığın geçici olsa da çoğunluk kararına razı olmasının ardından hâlâ devam eden ateşli tartışmaların ... yerini, ... sönük monologlar --ve oybirliğinin itiraz edilemeyen, ölümcül tonu-- alır. Çoğunlukla karar-alınması [yönteminde], yenilen azınlık yenilgiye uğradıkları kararı bozmayı tasarlayabilir --mantıklı ve potansiyel olarak ikna edici uyuşmazlıkları açıkça ve ısrarlı bir şekilde ifade etmekte özgürdürler. Oybirliği, bu açıdan azınlıkları onurlandırmaz; 'oybirliği' grubunun metafiziksel 'tek'inin faydasına onların [azınlıkların] sesini kısar" ("Komünalizm: Anarşizmin Demokratik Boyutu", Demokrasi ve Tabiat, sayı 8, s. 8).
Bookchin, "birbirlerine oldukça aşina olan insanlardan oluşan küçük gruplarda oybirliğinin uygun karar-alma biçimi olabileceğini reddet"mez. Ancak pratik anlamda, kendi deneyiminin şunu gösterdiğine dikkat çeker; "büyük gruplar oybirliğiyle karar almaya çalıştıklarında, karar-almak onları en düşük entelektüel ortak paydaya gerilemeyi mecbur eder: --tamamıyle herkesin ya bu [konuda] anlaşması gerekeceği veya aksi takdirde bu konudaki oylamadan geri çekileceğinden ötürü-- sayıca oldukça büyük olan halk meclisinin katılacağı, en az tartışmalı veya hatta orta derece [ne iyi, ne kötü] bir karar benimsenir" (Op.Cit., s. 7).

Bu nedenle, potansiyel otoriter mizacı yüzünden, anarşistlerin çoğu oybirliğinin özgür birliğin siyasi bir yönü olduğuna katılmaz. Oybirliğine ulaşmaya çalışmak faydalı olsa da, diğer olumsuz etkileri bir kenara bırakılsa da bunun gerçekleşmesi genelde --özellikle büyük gruplarda-- pratik değildir. Bu, topluluk adına bireyselliği ve dayanışma adına muhalifi çökertme eğilimleri nedeniyle, sıklıkla özgür toplumu veya birliği zayıflatır. Bireyin gelişmesi ve kendini ifade etmesi, kamusal kınama ve baskıyla başarısızlığa itildiğinde, ne gerçek bir topluluk ne de dayanışma beslenebilir. Bütün bireyler eşsiz [unique, biricik] olduğu için, toplum bireylerin eylem ve fikirleriyle ilerledikçe ve zenginleştikçe, [bireyler] ifade etmelerinin teşvik edilmesi gereken eşsiz bakış açılarına sahip olacaklardır.

Diğer bir deyişle, doğrudan demokrasinin anarşist yandaşları, "oybirliğinin gerektirdiği gri aynılık [benzeşme] içinde kaybolma eğiliminde" olduğundan korktukları "muhalifin yaratıcı rolü"ne vurgu yaparlar (Op.Cit., s. 8).

Anarşistlerin, çoğunluğun azınlığı oylamayla dışladığı ve onları göz ardı ettiği mekanik bir karar alma sürecinin taraftarı olmadıklarını vurgulamalıyız. Tersine! Doğrudan demokrasiyi destekleyen anarşistler, [doğrudan demokrasiyi] çoğunluk ve azınlığın mümkün olduğunca birbirini dinlediği ve birbirine saygı gösterdiği ve (eğer mümkünse) herkesin yaşayabileceği kararlar alınan dinamik bir tartışma süreci olarak değerlendirirler. Çeşitliliği, bireyselliğin ve azınlığın ifade edilmesini cesaretlendiren; önemli konular üzerinde tartışma ve görüş alış-verişini sağlayarak çoğunluğun azınlığı marjinalize etme veya baskı altına alma eğilimini azaltan bir süreç olarak; doğrudan demokratik birliklerdeki katılım sürecini ortak fayda sağlamanın bir aracı olarak görürler.
 

A.02.13. ANARŞİSTLER BİREYCİ MİDİR, YOKSA KOLEKTİVİST Mİ?

Bunun kısa cevabı: her ikisi de değil. Bu, liberal araştırmacıların Bakunin gibi anarşistleri "kolektivist" olarak suçlarken, Marksistlerin Bakunin ve genelde anarşistlere "bireyci" olmaları nedeniyle saldırması gerçeğinden görülebilir.

Anarşistlerin her iki ideolojiyi de saçma bularak reddetmeleri nedeniyle, bu hiç de sürpriz değildir. İster hoşlarına gitsin, isterse gitmesin, anarşist olmayan bireyciler ve kolektivistler bir kapitalist paranın iki yüzü gibidirler. Bu en iyi şekilde, sıklıkla bir kutuptan diğerine salınan bir ekonomik ve siyasi yapı içinde, "bireyci" ve "kolektivist" eğilimlerin sürekli olarak birbiriyle etkileşim içinde oldukları modern kapitalizm gözönüne alınırsa gösterilebilir. Kapitalist kolektivizm ve bireycilik, insan varoluşunun tek taraflı [aynı olan] görünüşleridirler ve bütün dengesizliğin ortaya çıkmasında [manifestation, gerçekleşmesinde] olduğu üzere oldukça kusurludurlar.

Anarşistlere göre, bireylerin "grup" veya "daha büyük bir iyi" için kendilerinden fedakarlık yapmaları gerektiği fikri saçmadır. Gruplar insanlardan meydana gelirler ve eğer insanlar sadece grup için neyin iyi olduğunu düşünürlerse, [o zaman] grup cansız bir kabuk haline gelir. Onlara hayat veren, grup içindeki insanların etkileşimlerinin [yarattığı] dinamiklerdir. "Gruplar" düşünemezler, sadece bireyler düşünebilir. Bu olgu, otoriter "kolektivistleri" ironik bir şekilde gayet özel bir "bireysellik" çeşidine götürür; yani "kişi kültü" veya lider tapıcılığına. Bu aslında beklenmektedir, çünkü böyle bir kolektivizm bireyleri soyut gruplar içinde toplulaştırır, onların bireyselliğini reddeder ve sonunda da karar alınması için yeterince bireyselliğe sahip birisine gereksinim doğurur --lider ilkesi ile "çözülen" bir sorun. Stalinizm ve Nazizm bu fenomenin mükemmel örnekleridir.

Bu nedenle, anarşistler bireyin toplumun temel birimi olduğunun, sadece bireylerin çıkar ve duygularının olduğunun farkındadırlar. Bu, onların "kolektivizm"e ve grubun yüceltilmesine karşı çıktıkları anlamına gelir. Anarşist kuramda, grup sadece ona dahil olan bireylere yardımcı olmak ve onların geliştirmek için vardır. Liberter tarzda yapılandırılan gruplara bu kadar vurgu yapmamızın nedeni işte budur --yalnızca liberter bir örgüt; ggrup içindeki bireylerin kendilerini tam anlamıyla ifade etmelerine, kendi çıkarlarını bizzat kendilerinin yönetmesine, bireysellik ile bireysel özgürlüğü cesaretlendirecek toplumsal ilişkilerin yaratılmasına müsade eder. Bu nedenle, toplum ve grup birlikte bireyi şekillendirirken, birey toplumun gerçek temelini teşkil etmektedir. Malatesta [şöyle diyor]:

"Yaşamda ve insan toplumlarının ilerlemesinde, bireysel inisiyatifin ve toplumsal eylemin göreceli rollerine dair pek çok şey söylenmiştir. ... İnsani [beşeri] dünyadaki her şey bireysel inisiyatif sayesinde sağlanır ve sürdürülür. ... Gerçek varlık insandır, bireydir. Toplum ve kolektivite --ve bunu temsil ettiğini iddia eden Devlet veya hükümet-- eğer boş bir soyutlama değilse, bireylerden müteşekkil olmalıdır. Ve tüm düşüncelerin ve insani eylemlerin nihai kökeni her bireyin organizmasındadır; bireysel olmasından hareketle, bireylerin çoğunluğu tarafından kabul edildiğinde veya kabul edilir olduğunda, [düşünceler ve insani eylemler] kolektif düşünceler ve eylemler haline gelirler. Toplumsal eylem, bu nedenle, bireysel inisiyatiflerin ne bir yadsıma ne de bir tamamlayıcısıdır; toplumu vücuda getiren tüm bireylerin inisiyatif, düşünce ve eylemlerinin bir sonucudur. ... Sorun aslında toplum ile birey arasındaki ilişkilerin değiştirilmesi değildir, ... asıl sorun, nihayetinde tüm diğer herkesin baskı altına alınmasına neden olacak bazı bireylerin diğerlerini baskı altına almasının engellenmesi, her bireye aynı hakların ve aynı eylem araçlarının verilmesi ve --{Malatesta'nın hükümetin/hiyerarşinin anahtar unsuru olarak değerlendirdiği}-- inisiyatifin bir azınlığın verilmesinin yerini doldurma [sorunudur]-- ..." (Anarşi, s. 36-38).
Bu saptamalar, anarşistlerin "bireyciliğin" tarafını tuttuğu gibi anlamına gelmez. Emma Goldman'ın dikkat çektiği üzere " 'arızalı [rugged] bireysellik', ... bireyi ve onun bireyselliğini bastırmayı ve bozguna uğratmayı amaçlayan üstü kapalı bir girişimden başka bir şey değildir (Bu) kaçınılmaz olarak en katı sınıf ayrımlarına neden olur; ... (ve) halk yalnızca kendi çıkarını gözeten [self-seeking] bir avuç "üstün insan"a hizmet etmek için bir köle kastı içinde toplanırken, [bu] bütün "bireyselliğin" efendilere özgü [bir şey] olduğu anlamına gelir" (Kızıl Emma Konuşuyor, s. 89).

Gruplar düşünemezken, bireyler de kendi kendilerine yaşayamazlar ve tartışamazlar. Gruplar ve birlikler bireysel yaşamın asli bir yanıdır. Aslında, gruplar doğaları itibariyle toplumsal ilişkileri ortaya çıkarırlar, bireylerin şekillenmesine yardımcı olurlar. Diğer bir deyişle, otoriter bir şekilde yapılandırılan gruplar, ona dahil olanların özgürlüğü ve bireyselliği üzerinde olumsuz etkilere sahip olacaktır. Ancak, "bireysellik"lerinin soyut doğası nedeniyle, kapitalist bireyciler otoriter yerine liberter bir tarzda yapılandırılan gruplar arasındaki farkı görmekte başarısız olurlar. Ama bu konudaki tek-yanlı bakışları nedeniyle, sonunda "bireyciler" çelişkili bir şekilde varolan en aşırı "kolektivist" kurumların --kapitalist şirketlerin-- destekçisi haline gelirler ve bunun da ötesinde sık sık aksi yöndeki açıklamalarına karşın devlete ihtiyaç duyarlar. Bu çelişkiler, eşit olmayan bir toplumda kapitalist bireyciliğin bireysel sözleşmelere dayanmasından kaynaklanır, yani soyut bireycilik[ten].

Bunun aksine anarşistler, toplumsal "bireyciliğe" (bu olgu için başka bir, belki de daha iyi bir terim "komünal bireysellik" olabilir) vurgu yaparlar. Anarşizm, "toplumlarda ağırlık merkezinin birey olduğunda ısrar eder --yani o [birey] kendisi için düşünmeli, özgür davranmalı ve dolu dolu yaşamalıdır. ... Eğer özgürce ve dolu dolu gelişecekse, diğerlerinin müdahalesi ve baskısından kurtarılmalıdır. ... (B)unun 'kaba bireycilik'le ... hiçbir ortak yanı yoktur. Bu yırtıcı [predatory] bireycilik eğer kaba değilse [dahi], gerçekten de gevşektir [zayıftır]. Kendi güvenliğinin asgari [bir şekilde] tehlike altında olması için, devletin korumasına başvurur ve korunma [sağlanması] için feryat figan eder. ... Onların 'kaba bireyciliği', yönetici sınıfların azgın iş[leriyle ilgili şeyleri] ve siyasi şantajlarını maskelemekte kullandıkları birçok hileden sadece birisidir" (Emma Goldman, a.y., s. 397).

Anarşizm, [sadece] diğerlerince [diğer bireylerce] sınırlanan bireyin "mutlak" özgürlüğü fikrine sahip olan kapitalizmin soyut bireyselliğini reddeder. Bu kuram, özgürlüğün varolduğu ve serpildiği toplumsal bağlamı gözden kaçırır.

"Bireysel sözleşmelere" dayanan bir toplum, genellikle sözleşmeye taraf olan bireyler arasında güç dengesizliğine yol açar; onların [sözleşmeye taraf olan bireylerin] böylece kanunlara dayanan bir otoriteyi ve yine kendi aralarında [yapılan] sözleşmeleri yerine getirecek örgütlü bir zor gereksinimini ortaya çıkar. Bu kapitalizmden kaynaklanan bariz bir sonuçtur; özellikle de devletin nasıl geliştiği hakkındaki "toplumsal sözleşme" kuramında. Bu kuramda bireyler, adeta "doğal hal"lerindeymişlercesine birbirlerinden yalıtıldıkları zaman "özgür" olarak varsayılırlar. Bir kere topluma dahil olduklarında, bir "sözleşme" ve onu idare etmek için de bir devlet yarattıkları tasarlanır. Ama hiçbir gerçek temeli olmayan bir fantazi (insanoğlu her zaman toplumsal hayvan olmuştur) olmasının ötesinde; bu "kuram", esasında devletin toplum üzerinde aşırı bir güce sahip olmasının ve bunun sonucunda da güçlü bir devlete gereksinen kapitalist sistemin gerekçelendirilmesidir. Aynı zamanda, bu kuramın üstüne kurulduğu kapitalist ekonomik ilişkilerin sonuçlarını da aynen taklit eder. Kapitalizmde bireyler "özgürce" birbirleriyle sözleşmeler yaparlar, ama pratikte sözleşme söz konusu olduğu sürece aslında sahibi işçiyi yönetmektedir. (Daha fazla ayrıntı için bakınız Kısım A.02.14 ve Kısım B.04).

Pratikte, gerek bireycilik gerekse kolektivizm hem bireysel özgürlüğün hem de grup özerkliğininin ve dinamiklerinin reddedilmesine yol açar. Bunun yanı sıra, kolektivizmin özel bir tür bireyciliğe neden olması ve yine bireyciliğin de özel bir tür kolektivizme yol açması; her birinin diğerini ifade ettiğini [ima ettiğini] gösterir.

Bireyin zımnen [içsel olarak] bastırılması ile kolektivizm, gruplara hayat verenin yalnızca kendilerini oluşturan bireyler olduğu [bilinirken], en nihayetinde topluluğu yoksullaştıracaktır [zayıflatacaktır]. Bireycilik ise, topluluğun (yani birlikte yaşadığınız insanların) açıkça bastırılmasıyla nihayetinde bireyi yoksullaştırır; çünkü bireyler topluluğun dışında var olmazlar, ancak onun içinde varolabilirler. Buna ek olarak, bireycilik toplumun geri kalanını meydana getiren bireylerin anlayış ve yetilerinin "seçilmesini" reddederek, aslında kendini reddetmenin bir kaynağıdır. Bu bireyciliğin en ölümcül kusurudur (ve çelişkisidir); yani, " 'alımlı aristokratlar'ca kitlelerin bastırılması durumunda, bireyin tam [bütüncül] bir gelişmeyi başarmasının imkansızlığı. Onun gelişmesi tek-yönlü [unilateral] olarak kalacaktır" (Peter Kropotkin, Devrimci Broşürler, s. 239).

Asıl özgürlük ve topluluk ise başka bir yerdedir.
 

A.02.14. GÖNÜLLÜLÜK NEDEN YETERLİ DEĞİLDİR?

Gönüllülük, hürriyeti azami kılmak için birliğin gönüllü olması gerektiğini ifade eder. Anarşistler, bireylerin sadece özgür sözleşmelerle oluşturulmuş özgür birlikler içinde hürriyetlerini geliştirip, büyütüp, ifade edebileceklerine inanmaları sebebiyle açıkça gönüllüdürler. Ancak şurası açıktır ki, kapitalizmde gönüllülük hürriyeti azami kılmakta kendi başına yeterli değildir.

Gönüllülük söz vermek (yani sözleşmeler yapma özgürlüğü) ve söz vermek ise bireylerin bağımsız karar alma ve rasyonel düşünme yetisine sahip oldukları anlamına gelir. Bunun yanı sıra, [bireylerin] hareket ve ilişkilerini değerlendirebileceklerini ve [bunları] değiştirebileceklerini varsayar. Kapitalizmde yapılan sözleşmeler ise gönüllülüğün bu anlamlarıyla çelişir. Teknik olarak "gönüllü" olsa da (her ne kadar aslında bunun böyle olmadığı Kısım B.04'de gösterilse de), kapitalist sözleşmeler hürriyetin reddedilmesine neden olur. Bunun sebebi, toplumsal ücretli-emek ilişkisinin, ödeme karşılığında itaat etme taahhüdünü içeriyor olmasıdır. Ve Carole Pateman'ın dikkat çektiği üzere, "itaat etmeyi taahhüt etmek demek; --az ya da çok derecelerde-- bireylerin özgürlüğü ile eşitliğinin ve bu {bağımsız karar verme ve rasyonel düşünme} kapasitelerini ifa etme yetilerinin reddedilmesi veya sınırlandırılması demektir. İtaat etmeyi taahhüt etmek, belli alanlarda kişinin kendi kapasitesini gerçekleştirmekte artık özgür olmadığını, kendi eylemleri üzerinde karar almayacağını ve bir eşit değil de tabi [subordinate, bağımlı, ikincil] olduğunu taahhüt etmesi demektir" (Siyasal Yükümlülük Sorunu, s. 19). Bu, itaat edenlerin artık kendi kararlarını vermemeleriyle sonuçlanır. Böylece, bazılarının iş başında sorumlu konumda, çoğunluğun ise itaat etmek zorunda olduğu hiyerarşik ilişkilerde, gönüllüğün mantığı (yani bireylerin kendi başlarına düşünme yetisine sahip olduğu ve kendi bireyselliklerini ifade etmelerine ve kendi kararlarını almalarına izin verilmesi gerektiği) ihlal edilir (Kısım A.02.8'e bakınız). Bu nedenle tabi olma ilişkileri üreten herhangi bir gönüllülük, doğası itibariyle eksiktir ve bizzat kendi gerekçelendirmesini reddeder.

Bu, işçilerin yaşamak için özgürlüklerini patrona sattığı kapitalist toplumda görülebilir. Aslında, kapitalizmde ancak itaat edeceğiniz kişiyi seçebilme ölçüsünde özgürsünüzdür! Ancak özgürlük efendinizi değiştirme hakkından daha fazlasını ifade etmelidir. Gönüllü hizmetkarlık hâlâ hizmetkarlıktır. Çünkü Rousseau'nun öne sürdüğü gibi egemenlik, "kişinin elinden alınamamasıyla aynı nedenlerden ötürü, ne temsil edilebilir", ne de satılabilir veya geçici olarak bir kiralama sözleşmesiyle hükümsüz kılınabilir. Çok iyi bilindiği üzere Rousseau "İngiliz halkı kendisini özgür sayar; ancak bu fena halde hatalıdır; sadece parlamento üyelerinin seçimi sırasında özgürdürler. Seçilir seçilmez, kölelik [özgürlüğe] hakim olur ve [özgürlük] hiçleşir" (Toplumsal Sözleşme ve Konuşmalar, s. 266). Anarşistler bu analizi genişletirler. Rousseau'yu başka sözcüklerle ifade edecek olursak:

Kapitalizmde işçi kendisini özgür olarak nitelendirir; ama fena halde yanılır; o sadece patronuyla sözleşmeyi imzalarken özgürdür. [Sözleşme] imzalanır imzalanmaz, köelelik başlar ve artık emir alan birisinden başka bir şey değildir.

Bunun neden böyle olduğunu, adaletsizliği görmek için Rousseau'dan alıntı yapmamız yeterli olur:

"Toprak üzerinde devasa mülk sahibi olan zengin ve güçlü bir adam oraya yerleşmek isteyenler için yasalar dayatabilecektir ve bu kişilere ancak kendi en yüksek otoritesini kabul etmek ve tüm arzularına itaat etmek koşuluyla izin verecektir; bunu hâlâ kavrayabiliyorum ... Bu çifte gasp etmeyi, yani toprağın mülkiyeti ile onun üzerinde yaşayanların hürriyetini [gasp etmeyi] içeren tiranca bir hareket değil midir?" (Op.Cit., s. 316)

Bu nedenle Proudhon "mülkiyet insanı sırasıyla bir köle ya da bir despot yapılır" yorumunu yapar (Mülkiyet Nedir?, s. 371). Bakunin'in "azami eşitlik ve karşılıklılıkla olmadıkça, herhangi bir konumda başka bir bireyle sözleşme yapmayı" reddettiğini görünce pek de şaşırmayız; çünkü "bu onun özgürlüğünü yabancılaştıracak" ve sonuçta "başka bir bireyle gönüllü hizmetkarlık ilişkisi" [kurması] demek olacaktır. Özgür bir toplumda (yani anarşist toplumda) bu tip bir sözleşme yapan herhangi birisi "herhangi bir biçimde kişisel saygınlıktan yoksun" olacaktır (Michael Bakunin: Seçme Yazılar, s. 68-9). Sadece kendinden-yönetilen birlikler, üyeleri arasında tabi olma ilişkisinin aksine eşitlik ilişkileri yaratabilir.

Bu nedenle anarşistler, --kapitalizmde olduğu gibi-- "özgürlük" kavramının sadece bir hile ve tahakkümün gerekçelendirilmesi olmamasını sağlamak için, gönüllü birliklerde doğrudan demokrasinin gerekliliğini vurgularlar.

Anarşistler bu nedenden ötürü kapitalizme karşı çıkmış ve "aksi takdirde feodalizmin depreşmesiyle yüzyüze kalacak işçileri, tüm üyeler için eşit koşulların söz konusu olduğu demokratik toplumlar içerisinde örgütlenmeye" çağırmışlardır (Genel Devrim Fikri, s. 277). Anarşistler (Proudhon'un dikkat çekeci istisnasıyla) benzer nedenlerle evliliğe karşı çıkarlar, çünkü [evlilik] kadınları "efendisinin ismini, efendisinin ekmeğini, efendisinin emirlerini alan ve efendisinin tutkularına hizmet eden, hiçbir mülkü kontrol edemeyen --[efendisinin] rızası olmaksızın kendi bedenini bile [kontrol edemeyen]-- zincirli bir köleye" dönüştürür (Voltairine de Cleyre, Paul Avrich'in alıntısı, Amerikalı Bir Anarşist: Voltairine de Cleyre'nin Hayatı, s. 160). Evlilik, feminist ajitasyon nedeniyle, birçok ülkede anarşist eşitlerin özgür birliği idealine yaklaşacak şekilde düzenlense de, hâlâ Goldman ve de Cleyre gibi anarşistlerin teşhis ettikleri ve mahkum ettikleri ataerkil ilkelere dayanmaktadır (feminizm ve anarşizm hakkında daha fazlası için bakınız Kısım A.03.5).

Şurası açıktır ki, gönüllü giriş [entry, sözleşmeye taraf olma] bireyin hürriyetini savunmak için gerekli koşul olmakla beraber yeterli koşul değildir. Anlaşmanın yapıldığı toplumsal koşulları göz ardı ettiği (veya verili kabul ettiği) için bu beklenen bir şeydir; dahası, bunların yarattığı toplumsal ilişkileri de göz ardı eder ("İşçi emeğini için, satmak zorunda olduğu için, özgür kalması mümkün değildir" (Kropotkin, Anarşizm ve Devrim Üzerine Seçme Yazılar, s. 305). Soyut bir bireyselciliğe dayanan herhangi bir toplumsal ilişki hürriyete değil; muhtemelen zor, güç ve otoriteye dayanacaktır. Bu tabii ki bireylerin kapasitelerini ortaya koyabilecekleri ve davranışlarına kendilerinin karar vereceği bir hürriyet tanımını varsayar. Bu nedenle, gönüllülük özgürlüğü azamileştirecek bir toplumu yaratmak için yeterli değildir. İşte bu nedenle anarşistler, gönüllü birlikler bu birlikler içindeki kendinden-yönetim (doğrudan demokrasi) tarafından desteklenmelidir diye düşünürler. Anarşistler için, gönüllülük varsayımı kendinden-yönetimi ima eder. Ya da, Proudhon'un kelimelerini kullanırsak, "bireysellik insanlığın ilk temel [primordial] gerçeği iken, birlik de bunun tamamlayıcı terimidir" (Ekonomik Çelişkiler Sistemi, s. 430).

Tabii ki, anarşistlerin bazı toplumsal ilişki biçimlerine diğerlerinin üstünde değer vereceği ve gerçek bir liberterin insanların kendi toplumsal ilişkilerini seçme özgürlüğüne izin vermesi gerektiği şeklinde itirazlar yapılabilir. İkinci itirazı ilk olarak yanıtlayacak olursak, özel mülkiyete (ve dolayısıyla devletçiliğe) dayanan bir toplumda, mülke sahip olanlar --otoriterlerini daimi kılmak amacıyla kullanabilecekleri-- daha fazla güce sahip olacaklardır. Albert Parsons'un sözleriyle, "Zenginlik güçtür, yoksulluk ise zayıflık". Bu ise, kapitalizmde yere göğe sığdırılamayan "seçme özgürlüğü"nün aşırı derecede sınırlı olduğudur. Bu, büyük bir çoğunluk için efendisini seçme özgürlüğü haline gelir (kölelikte, Parsons'un nükteli söyleyişiyle, efendi "kölelerini seçiyordu. Ücretli kölelik sisteminde ise ücretli köle efendisini seçer"). Kapitalizmde, diye vurguluyordu Parsons, "doğal haklarından yoksun bırakılanlar ezen sınıfa kiralanmalı ve hizmet etmeli ve itaat etmelidir, aksi takdirde açlıkla boğuşur. Başka bir alternatif yoktur. Özgür bir erkek {veya kadın} satılık veya kiralık değildir" (Anarşizm, s. 99 ve s. 98).  Ve biz neden hizmetkarlığı maruz görelim ki; veya diğerlerinin hürriyetini sınırlamak isteyenlere neden tahammül edelim ki? Komuta etme "hürriyeti" köleleştirme özgürlüğüdür, bu nedenle aslında hürriyetin reddedilmesidir.

İlk itiraz konusundaysa, anarşistler suçlarını kabul etmektedirler. Bizler insanoğullarının robot konumuna indirgenmesine karşı önyargılıyız. Bizler, insan saygınlığı ve özgürlüğünün tarafını tutarak, önyargılıyız. Aslında bizler, insanlığın ve bireyselliğin tarafında [olarak] önyargılıyız.

(Kısım A.02.11 doğrudan demokrasinin neden gönüllülüğün (yani özgür anlaşmanın) gerekli toplumsal tamamlayıcısı olduğunu tartışmaktadır. Kısım B.04 ise kapitalizmin neden mülkiyet sahipleri ve mülkiyetsizler arasındaki eşit pazarlık gücüne dayanamayacağını tartışmaktadır.)
 

A.02.15 PEKİ YA "İNSAN DOĞASI"?

Anarşistler, "insan doğası"nı gözardı etmek bir yana, bu kavrama derin bir anlam ve düşünüş kazandıran tek politik kuramdır. "İnsan doğası" sıklıkla anarşizme karşı argümanlarda son savunma hattı olarak ortaya atılır, çünkü bunun cevaplanamaz olduğu düşünülür. Ancak durum hiç de böyle değildir. Her şeyden önce, insan doğası karmaşık bir şeydir. Eğer insan doğası ile "insanların yaptıkları şeyler" ifade ediliyorsa, insan doğasının çelişkili olduğu açıktır --aşk ve nefret, merhamet ve kalpsizlik, barış ve şiddet ve benzerleri; tüm bunlar insanlar tarafından ifade edilmektedirler ve bu nedenle de tümü de "insan doğası"nın birer ürünüdür. Doğaldır ki "insan doğası" olarak düşünülen şey, değişen toplumsal koşullarla beraber değişebilir. Örneğin, kölelik binlerce yıl boyunca "insan doğası"nın bir parçası ve "normal" olarak görüldü. Homoseksüellik eski Yunanlılarca tamamen normal görülürken, binlerce yıl sonra Hristiyan kilisesi tarafından doğaya aykırı [anormal] bir şey olarak suçlandı. Savaş ancak devletler geliştiğinde "insan doğası"nın bir parçası haline geldi. Bu nedenle Chomsky [şöyle der]:

"Bireyler hiç şüphesiz ki kötülük yapabilirler ... Ancak bireyler her türlü şeyi yapabilirler. İnsan doğası birçok şekilde kendini gerçekleştirebilir, insanlar birçok yeti ve opsiyona sahiptir. Hangilerinin kendilerini açığa vuracağını büyük ölçüde kurumsal yapılar belirler. Patolojik katillerin dizginlerini salıverecek kurumlarımız olsaydı, o zaman ortama onlar hakim olacaktı. Hayatta kalmanın tek yolu doğanızın o unsurlarının kendilerini gerçekleştirmesine izin vermek olurdu.

Açgözlülüğü insanoğlunun yegâne özelliği yapacak, diğer insani hisler ve taahhütler pahasına saf açgözlülüğü teşvik edecek kurumlarımız olsaydı, tüm eşlik eden [özellikleri] ile birlikte açgözlülüğe dayanan bir toplumumuz olurdu. Başka türden insani duygular ve heyecanların --örneğin dayanışma, destek, sempatinin-- hakim olacağı şekilde farklı bir toplum örgütlenebilir. O zaman, insan doğasının ve kişiliğinin kendilesni ortaya koyan farklı yönlerine sahip olursunuz" (Muhalifin Tarihleri, s. 158).

Bu nedenle "insan doğası"nın ne olduğunun, nasıl geliştiğinin ve hangi yönlerinin ifade edildiğinin tanımlanmasında çevre [yaşanılan ortam] önemli bir rol oynar. Aslında, anarşizm hakkındaki en büyük efsanelerden birisi bizim insan doğasının özünde iyi olduğunu düşündüğümüzdür (aksine, biz onun özünde toplumsal [sociable] olduğunu düşünürüz). Nasıl gelişeceği ve kendisini nasıl ifade edeceği ne tür bir toplumda yaşadığımıza ve [ne tür bir toplum] yarattığımıza bağlıdır. Hiyerarşik bir toplum insanları belli bir şekilde (olumsuz) şekillendirecektir ve liberter olandan oldukça farklı bir "insan doğası" üretecektir. Böylece, "erkek {ve kadınların} Anarşistlerin gerçekte olduğundan çok daha iyi erkek {ve kadınlar} tasavvur ettiklerini söylediklerini işittiğimizde, zeki insanların bu saçmalığı nasıl tekrar edebildiklerine hayret ediyoruz sadece. Erkek {ve kadınları} daha az açgözlü ve egoist, aynı zamanda da daha az hırslı ve daha az köle ruhlu olmalarını sağlamanın tek yolunun egoizmin, açgözlülüğün, köle ruhluluğunun ve hırsın büyümesini destekleyen koşulların ortadan kaldırılması olduğunu sürekli dile getirmiyor muyuz?" (Peter Kropotkin, Kendiniz İçin Eyleyin, s. 83).

Aslında, "insan doğası" anarşizme karşı bir argüman olarak kullanılması yüzeyseldir ve nihayetinde de bahane uydurarak yükümlülükten kaçınmaktır. Düşünmemenin mazeretidir. Emma Goldman'ın ifade ettiği üzere, "Polislerden, yassı-kafalı papazdan tutun da bilim vizyonu olmayan bir amatöre kadar her aptal insan doğası hakkında amirane bir şekilde konuşmaya yeltenir. [Konuşan] ne kadar büyük bir akıl şarlatanı olursa, insan doğasının kötülüğü ve zayıflığı üzerindeki ısrarı da o kadar belli hale gelir. Ancak, her ruhun hapse atıldığı, her kalbin zincirlendiği, yaralandığı ve sakat bırakıldığı bugün ondan nasıl bahsedilebilir ki?". Değiştirin toplumu, daha iyi bir toplumsal çevre yaratın, ondan sonra doğamızın ürününün ne olduğunu ve otoriter sistemin ürününün ne olduğunu karar verebilelim. Bu nedenle, anarşizm "insan aklının dinin hakimiyetinden kurtulması; insan bedeninin mülkiyetin hakimiyetinden kurtulması; hükümetin boyunduruk ve sınırlamaların kurtulmasını savunur". Çünkü "ancak özgürlük, büyüme, fırsat ve hepsinden önemlisi barış ve huzur bize insan doğasının gerçek hakim etmenlerini ve onun tüm harikulade imkanlarını öğretebilir" (Kızıl Emma Konuşuyor, s. 73). 

Bu, her bireyin "toplum" (pratikte toplumu yönetenler) tarafından oluşturulmasını beklediği bir tabula rasa (boş levha) olarak doğduğu, insanoğulların tamamen plastikten [şekillendirilebilir] olduğu anlamına gelmez. Noam Chomsky'nin söylediği gibi, "bu varsayıma {insan doğasının tarihsel bir üründen başka bir şey olmadığı varsayımına} dayanarak yabancılaşmış emek kavramının rasyonel bir açıklamasını yapmanın mümkün olduğunu düşünmüyorum; ne de, insan doğası hakkında ve toplum yapısındaki düzenlemelerin bizim asıl doğamızın parçaları olan temel ihtiyaçların bazılarını nasıl daha iyi gerçekleştirebileceği hakkında varsayımlar yapmaksızın, herhangi bir toplumsal değişim taahhütü için ahlaki gerekçelendirmeye benzer bir şey üretmenin [mümkün olduğunu düşünüyorum]" (Dil ve Siyaset, s. 215). İnsanın hangi niteliklerinin "doğuştan" [innate, yaradılıştan] olduğu, hangilerinin olmadığı tartışmasına girmek istemiyoruz. Bizim burada tüm söyleyeceğimiz insanoğlunun doğuştan düşünme ve öğrenme yetisine sahip olduğu --bu kadarının oldukça bariz olduğunu düşünüyoruz-- ve insanların [kendilerini] eksiksiz [complete] hissetmeleri ve geliştirmeleri için diğerlerinin arkadaşlığına ihtiyaç duyan toplumsal yaratıklar olduğudur. Dahası, adaletsizlik ve zulmü fark etme ve karşı çıkma yetisine sahiptirler (Bakunin haklı bir şekilde "düşünme gücü ile isyan etme arzusunu değerli melekeler olarak" değerlendirir (Tanrı ve Devlet, s. 9).

Bizce bu iki üç özellik anarşist toplumun ayakta kalabilir olduğunu ortaya koymaktadır. Doğuştan düşünme yetisine sahip olmak otomatik olarak tüm hiyerarşi biçimlerini gayri meşru kılar; ve toplumsal ilişkilere olan gereksinimimiz ise devlet olmadan örgütlenebileceğimizi ima eder. Modern toplumun başına bela olan derin mutsuzluk ve yabancılaşma, devlet ve kapitalizmin [sahip olduğu] merkezileşme ve otoriterliğin içimizdeki bazı doğuştan gereksinimleri inkar ettiğini ortaya koymaktadır. Aslında daha önce bahsedildiği üzere, insan ırkı varoluşunun büyük bir kısmında, çok az [derecede] veya hiç bir otoritenin bulunmadığı anarşist topluluklarda yaşamıştır. Modern toplumun bu tip insanları "yabaniler" veya "ilkel" olarak adlandırması tamamıyle saf bir kibirdir. Peki anarşizmin "insan doğası"na karşı olduğunu kim söyleyebilir? Anarşistler bunun böyle olmayabileceğini öne süren pek çok kanıt toplamışlardır.

Anarşistlerin "insan doğası"ndan çok fazla şey bekledikleri suçlamasına gelince, bu yönde en fazla talepkâr olanlar genellikle anarşist olmayanlardır. "Rakiplerimiz --yönetilen, sömürülen, güdülen"-- o kötü insanların olduklarından daha da fazla kötüleşmelerini engelleyen yüce insanlar [salt of the earth] --yöneticiler, işverenler, liderler-- olduğunu kabul ediyor gözükseler de", biz anarşistler "hem yönetenlerin hem de yönetilenlerin otorite tarafından bozulduğu savunuyoruz". Yani, burada bir fark vardır, gayet önemli bir fark. Biz insan doğasının kusurlarını kabul ediyoruz, ama biz yöneticileri bunun dışında tutmuyoruz. Onlar da yaparlar [kusurludurlar] --her ne kadar bazen bilinçsiz olsa da ve böyle bir istisna yapmadığımız için bizim hayalci olduğumuzu söylerler" (Peter Kropotkin, Kendiniz İçin Davranın, s. 83). Eğer insan doğası bu kadar kötüyse, bazı insanlara diğerlerinin üstünde güç vermek, bunun adalet ve özgürlüğe yol açacağını ümit etmek, ümitsizce ütopik bir şey olacaktır.

Üstelik, belirtildiği gibi, anarşistler hiyerarşik örgütlenmelerin insan doğasının en kötü [özelliklerini] ortaya çıkarır. Sonuçta ortaya çıkan otoriter ilişkilerden hem ezen hem de ezilen olumsuz şekilde etkilenir. "İnsanın aklını ve kalbini öldürmek ayrıcalığın, her türden ayrıcalığın özelliğidir" diyordu Bakunin. "... Bu istisnası olmayan bir toplumsal kanundur ... Eşitlik ve insanlık kanunu" (Tanrı ve Devlet, s. 31). Ayrıcalıklı olan iktidar tarafından yozlaştırılırken, güçsüz olan ise (genelde) kalben ve zihnen köle gibi olur (Bereket, nerede baskı varsa, bu baskı ne için olursa olsun, orada daima isyankarlar olacaktır, direniş ve sonucunda da umut daima olacaktır.) Aslında, anarşist olmayanların hiyerarşiyi, [hiyerarşinin] ürettiği "insan doğası" anlamında gerekçelendirmesi anarşistlere oldukça garip gelmektedir.

Üzücüdür ki, bunu yapan çok fazla kişi olmuştur. Bugün de devam etmektedir. Örneğin, "sosyobiyoloji"nin ortaya çıkmasıyla beraber, bazıları (oldukça az sayıda gerçek kanıtlara) kapitalizmin genlerimizin tarafından belirlenen "doğa"mızın bir ürünü olduğunu iddia etmektedirler. Bu iddialar, "insan doğası" argümanın yeni bir çeşitlemesinden başka bir şey değildir ve hiç de şaşırtıcı olmayacak şekilde güçlü olanlar bu iddiaların üstüne atlamışlardır. Kanıtların yokluğu göz önüne alınırsa, onların bu "yeni" doktrine verdikleri destek, [bu doktrinin] güce sahip olanlara [sağladığı] faydanın bir sonucudur --yani, bu gücü rasyonalize etmek için her zaman"objektif" ve "bilimsel" temellere sahip olmanın faydalı olacağı olgusu(bu süreçe ilişkin tartışma için bakınız Genlerimizde Değil: İdeoloji ve İnsan Doğası, Steven Rose, R.C. Lewontin ve Leon J. Kamin).

Bu, [bu görüşün] hiçbir gerçekliğinin olmadığını söylemek değildir. Bilim insanı Stephan Jay Gould'un belirttiği üzere "potansiyel davranış aralığımız biyolojimiz tarafından sınırlanır" ve sosyobiyolojinin "genetik kontrol"le kast ettiği şey buysa, "buna pek katılmamazlık edemeyiz". Ancak, kast ettiği bu değildir. Aksine, sosyobiyolojinin savunduğu şey bir "biyolojik determinizm" biçimidir. Belli bazı insan özellikleri için belli bazı genlerin olduğunu söylemek açıklayıcı değildir, çünkü "şiddet, cinsiyetçilik ve genel kötülük, {keza "barışçıllık, eşitlik ve nezaket" de} olası davranış aralığının bir altkümesini temsil etmelerinden dolayı biyolojiktir". Bu nedenle, "serpilmelerine izin veren toplumsal yapılar yaratabilirsek, onların etkisinin çoğaldığını görebiliriz". Böyle olabileceği, "genellikle nahoş 'istisnaları' geçici ve önemsiz sapmalar olarak dışarda bırakır"ken insan kültürlerindeki "çeşitliliği kabul eden" sosyobiyologların kendi çalışmalarından da görülebilir. Bu şaşırtıcıdır, çünkü eğer "yinelenen, sıkça da soykırım türünden bir savaş halinin genetik kaderimizi şekillendirdiğine" inanırsanız, "saldırgan olmayan insanların varlığı utanç vericidir" (Darwin'den Bu Yana, s. 252, s. 257 ve s. 254).

Öncesindeki toplumsal Darwinizm gibi, sosyobiyoloji de ilk önce günümüz toplumunun hakim fikirlerini tabiata yansıtarak [uygulayarak] ilerler (böylece, sıklıkla bilinçsizce, bilim adamları hatalı bir şekilde sorgulanan fikirleri "normal" ve "doğal" olarak tasavvur ederler). Ardından, bu şekilde üretilen --kapitalizmin (hiyerarşi, otorite, rekabet, vb.) ilkelerinin ebedi yasalar olduğununun "ispatlamak" için kullanılan-- doğa kuramları tekrar toplum ve tarih üzerine aktarılır [uygulanır]; ki ardından statükonun gerekçesi olarak bunlara başvurulur. Ne şaşırtıcıdır ki, birçok zeki olarak nitelendirilen insan bu el çabukluğunu ciddiye alır.

Bu, insan toplumlarındaki hiyerarşileri açıklamak ve meşrulaştırmak için doğadaki "hiyerarşiler" kullandığında gözlenebilir. Bu gibi benzetmeler, insan yaşamının kurumsal doğasını unutmaları nedeniyle yanıltıcıdır. Murray Bookchin'in sosyobiyoloji eleştirisinde belirttiği gibi, "zayıf, bitkin düşmüş, cesareti kırılmış ve hasta bir maymunun 'alfa' maymun olması çok zordur, olsa bile bu kısa ömürlü 'statü'yü koruması daha da zordur. Bunun aksine, fiziksel ve zihinsel olarak patolojik insan yöneticilerin çoğu ise tarihin gidişatı üzerinde yıkıcı etkileriyle otoriteyi kullanmışlardır". Bu, "kurumların yokluğunun 'alfa maymunlar' ve 'kraliçe arılar'dan bahsetmenin yegâne akıllıca yolu olduğu 'hayvan hiyerarşileri' denilen şeyin tam ters çevrilmiş hali olan, hiyerarşik kurumların kişiler üzerindeki gücünü ifade eder" ("Sosyobiyoloji ve Sosyal Ekoloji", Ekoloji Hareketi Hangi Yöne?, s. 58). Böylece, insan toplumunu benzersiz yapan şey rahatlıkla göz ardı edilir ve toplumdaki gücün gerçek kaynağı genetik bir perdenin arkasına saklanır.

"İnsan doğası"na başvurmakla ilgilenen bu tip müdafiler [özür dileyiciler] (veya en kötüsünden sosyobiyolojinin) olması tabii ki doğaldır, çünkü her yönetici zümre yönetme haklarını meşrulaştırmak zorundadır. Dolayısıyla, sonradan ortaya çıkan, kendi elitist iktidarlarını destekliyor gözüken --ister bu sosyobiyoloji olsun, isterse illahi hak ya da doğuştan günah olsun-- doktrinleri desteklemişlerdir. Açıkçası bu tip doktrinler her zaman yanlış olmuşlardır ... tabii ki şimdiye kadar; çünkü artık günümüz toplumu gerçekten de "insan doğası"na uygun düşmektedir ve tabii ki günümüzün bilim papazlarınca bilimsel olarak da kanıtlanmışlardır!

Bu iddiadaki kendini beğenmişlik gerçekten de şaşırtıcıdır. Tarih durmadı. Bundan bin yıl sonraki toplum, bugünkünden veya [herhangi] bir insan tarafından hayal edilenden tamamı ile farklı olacaktır. Bugünkü hükümetlerin hiç birisi artık ortada olmayacak ve bugünkü ekonomik sistemler de var olmayacaklardır. Aynı olarak kalacak tek şey ise, tüm eski sistemler olmasa bile yeni toplumlarının "Tek Gerçek Sistem" olduğunu hâlâ iddia edecek insanların varlığı olacak.

Tabii ki farklı kültürlerden gelen insanların aynı olgulardan --daha geçerli olabilecek-- farklı sonuçlara ulaşabilecekleri kapitalizmin destekçilerinin aklından dahi geçmez. Ne de "objektif" bilim insanlarının kuramlarının içinde yaşadıkları toplumun hakim fikirleri bağlamında şekillendirilmiş olabilecekleri, bu kapitalist müdafilerin aklına gelir. Ancak kapitalist İngiltere'de yaşayan bir bilim insanın türler arasındaki ve türlerin kendi içindeki rekabetçi mücadele'ye dayanan bir kuram geliştirmesinden oldukça farklı bir şekilde, Çarlık Rusya'sında yaşayan bir bilim adamının türlerin kendi içindeki işbirliği'ne dayanan bir evrim kuramı geliştirmiş olması, anarşistler için hiç de sürpriz değildir. Bu ilk kuramın Britanya toplumunun hakim siyasi ve ekonomik kuramlarını (özellikle de rekabetçi bireyciliği) yansıtması tabii ki tamamıyle bir raslantıdır.

Örneğin, Kropotkin'in klasik eseri Karşılıklı Yardımlaşma, Darwinizmin Britanyalı temsilcilerinin doğa ve insan yaşamına ilişkin bariz hatalarına bir cevap olarak yazılmıştı. Kropotkin, zamanın Britanya Darwinizminin anaakım Rus eleştirisine dayanarak, (önemli miktarda ampirik kanıt kullanarak) grup veya türler içerisindeki "karşılıklı yardımlaşma"nın, bu gruplar veya türler içerisindeki bireyler arasındaki "karşılıklı savaşım" kadar önemli bir rol oynadığını gösterdi (ayrıntılar ve değerlendirme için, Stephan Jay Gould'un Bully for Brontosaurus kitabı içerisindeki "Kropotkin Çatlak Değildi" yazısına bakınız). Bunun, evrimde rekabetle birlikte bir "etken", çoğu durumda hayatta kalmak için çok daha önemli olan bir faktör, olduğunda ısrar ediyordu. Yani, işbirliği en az rekabet kadar "doğal"dır; bu ise, türlerin üyeleri arasında işbirliği bireyler açısından izlenecek en iyi yol olabileceğinden ötürü "insan doğası"nın anarşizm için bir engel teşkil etmeyeceğini kanıtlar.

Sonuçlandırırsak, Anarşistler anarşinin iki ana nedenden ötürü "insan doğası"na aykırı olmadığını savunurlar. Birincisi, "insan doğası" olarak düşünülen şey içinde yaşadığımız toplumca ve bizim yarattığımız ilişkilerce şekillendirilir. Bu, hiyerarşik toplum belli bazı insan özelliklerinin hakim olmasını teşvik ederken, anarşist toplumun ise başka [insan özelliklerini] teşvik edeceği anlamına gelir. Aslında, anarşistler, "doğanın farklı koşullar altında farklı şekilde hareket edeceği kuramına dayanarak, insan doğasının değişeceği olgusuna fazla yaslanmazlar". İkincisi, değişim "varoluşun temel yasalarından birisi olarak gözükür", bu nedenle "insanın imkanlarının sınırına ulaştığını kim söyleyebilir ki" (George Barrett, Anarşizme Karşı İtirazlar, s. 360-1 ve s. 360).

Anarşistlerin insan doğası hakkındaki fikirlerine ilişkin (her ikisi de anarşistlerin insanoğullarının doğal olarak iyi olduklarını düşündüğünü çürüten) faydalı tartışmalar için bakınız Peter Marshall'ın "İnsan Doğası ve Anarşizm" (David Goodway (ed.), Anarşizm İçin: Tarih, Kuram ve Uygulama, s. 127-149) ve David Hartley'in "Komüniteryen Anarşizm ve İnsan Doğası" (Anarchist Studies, cilt 3, sayi 2, Güz 1995, 145-164).

 

A.02.16 ANARŞİZMİN İŞLEMESİ İÇİN "MÜKEMMEL" İNSANLAR MI GEREKİR?

Hayır. Anarşi bir ütopya, bir "mükemmel" toplum değildir. [Anarşi], insanoğulları ile ilgili olan tüm sorunları, umutları ve korkuları içeren bir insan toplumu olacaktır. Anarşistler, anarşinin işler olması için insanoğullarının "mükemmel" olması gerektiğini düşünmezler. Sadece özgür olmaları gerekir. Bu nedenle Christie ve Meltzer [şöyle derler]:

"Devrimci sosyalizmin {yani anarşizmin} işçilerin 'idealize edilmesi' olduğu ve {bu nedenle} bugünkü hataları resitalinin sınıf savaşımının çürütülmesi olduğu yaygın bir yanlış inanç{tır} ... özgür bir toplumun ahlaki veya etik mükemmellik olmaksızın var olabileceği ... ahlaki açıdan mantıksız gözükür. Ancak {varolan} toplumun devrilmesi söz konusu olduğu müddetçe, insanların kusurları ve önyargıları olgusunu --kurumsallaşmadıkları sürece-- göz ardı edebiliriz. Bir kimse, kaygıya kapılmaksızın, işçilerin, 'entelektüel'in toplumsal inayetine mazhar olmadan veya mevcut toplumun aile disiplininden yabancı korkusuna kadar çeşitli önyargılarını değiştirmeden çok daha önce çalıştıkları yerlerin kontrolünü ele geçirebilecekleri olgusunu görebilir. Sanayiyi patronlar olmadan yönetebildikleri sürece ne önemi var ki? Önyargılar özgürlükte solarlar ve ancak toplumsal iklim uygun olduğunda serpilirler ... Bizim söylediğimiz şey [şudur:] ... bir kez yaşam tepeden dayatılan otorite olmadan sürdürüldüğünde ve dayatılan otorite emeğin hizmetinden geri çekilmesiyle ayakta kalamadığında, otoriterlik önyargıları ortadan kaybolacaktır. Onlar için özgür eğitim sürecinden başka bir tedavi yoktur" (Anarşinin Bent Kapakları, s. 36-7).

Ancak açıktır ki, biz özgür toplumun hem kendisiyle hem de diğer bireysellik ve gereksinimlerle daha uyumlu insanlar ortaya çıkaracağını, böylece de bireysel çatışmaları azaltacağını düşünüyoruz. hâlâ olan anlaşmazlıklar ise jüriler, karşılıklı kabul gören üçüncü taraflar veya topluluk ve işyeri meclisleri kullanımı gibi makul yöntemlerle çözümlenecektir (bunun anti-toplumsal faaliyetler kadar tartışmalar için nasıl olabileceği hakkında bir tartışma için bakınız Kısım I.05.8).

"Anarşizm insan doğasına aykırıdır" argümanında olduğu gibi (kısım A.02.15'e bakınız), anarşizm karşıtları genellikle "mükemmel" insanlar --otorite konumundayken güç tarafından yozlaştırılmayan insanlar; hiyerarşi, ayrıcalık ve benzeri şeylerin tahrif edici etkilerinden garip bir şekilde etkilenmemiş insanlar-- varsayarlar. Ancak, anarşistler insan mükemmelliğine dair bu tip iddialarda bulunmazlar. Bizler, insanların mükemmel olmadıkları için, gücü kullanma hakkının bir kişinin veya bir elit zümrenin ellerinde olmasının hiç bir zaman iyi bir fikir olmadığının farkındayız.

Anarşizmin "yeni" (mükemmel) bir erkek ya da kadın gerektirdiği fikrinin, anarşizm karşıtları tarafından [anarşizmi] gözden düşürmek için (ve genellikle de hiyerarşik otoritenin --bilhassa kapitalist üretim ilişkilerinin-- sürdürülmesini meşrulaştırmak için) ortaya atıldığına dikkat edilmelidir. Yine de, insanlar mükemmel değildir ve hiçbir zaman da öyle olmayacaklardır. Aslında, onlar, anarşizmi gerçekçi olmaması nedeniyle reddetmek amacıyla her hükümet düşüşü ve sonucunda ortaya çıkan kaos örneğinin üzerine atlarlar. Bir ülkede "kanun ve intizam" kesintiye uğrar ve yağlama yaşanırsa, medya o ülkenin "anarşi"ye düştüğünü ilan etmeyi çok sever.

Anarşistler bu argümandan etkilenmezler. Çünkü bu kötüleyiciler anarşistlerin olmadığı anarşist bir toplum varsayma temel hatasına düşerler! (Bu iddiaların bir çeşidi de gerçek anarşizmi gözden düşürmek amacıyla sağ-kanat "anarko"-kapitalistler tarafından ortaya atılmıştır.Ancak , onların [bu] "itirazları", bizzat kendilerinin anarşist olma iddialarını geçersiz kılmaktadır, çünkü onlar dolaylı olarak anarşistlerin olmadığı anarşist bir toplumu varsayarlar!). Söylemek gereksiz olsa da, hâlâ otoriteye, mülkiyete ve devletçiliğe gereksinimi olan insanlardan oluşan "anarşi", eninde sonunda yine otoriter (yani anarşist olmayan) olacaktır. Bunun nedeni, hemen yarın hükümet ortadan kaybolsa dahi, aynı sistemin çok geçmeden tekrar meydana gelecek olmasıdır, çünkü "hükümetin gücü kendisinde değil, insanlarda yatar. Büyük bir tiran bir aptal olabilir, bir süpermen olmayabilir. Onun kuvveti kendisinden değil, insanların ona itaat etmenin doğru olduğunu düşünmeleri batıl itikatinden kaynaklanır. Bu batıl itikat var olduğu müddetçe, bir kurtarıcının tiranın başını kesmesi faydasızdır; insanlar yeni bir tane yaratırlar, çünkü onlar kendileri dışında başka bir şeye dayanmaya alışmışlardır" (George Barrett, Anarşizme Karşı İtirazlar, s. 355).

Keza Alexander Berkman [şunları söyler]:

"Toplumsal kurumlarımız belli fikirler üzerine tesis edilmiştir; bunlara inanıldığı müddetçe, bunlar üzerine inşa edilen kurumlar güvendedir. İnsanlar siyasi otoritenin ve yasal zorlamanın gerekli olduğunu düşündükleri için hükümet kuvvetli olmaya devam eder. Kapitalizm, böyle bir ekonomik sistem yeterli ve adil görüldüğü müddetçe sürecektir. Kötü ve baskıcı günümüz koşullarını destekleyen fikirlerin zayıflaması en sonunda hükümet ile kapitalizmin çökmesi demek olacaktır" (Anarşizm Nedir?, s. xii).

Diğer bir deyişle anarşi, yaratılması ve devam ettirilebilmesi için anarşistlere gereksinim duyar. Fakat bu anarşistlerin mükemmel olması gerekmez; sadece emir-ve-itaat ilişkilerinin gerekliliği batıl inancından kendi çabalarıyla kendilerini kurtarmış insanlar olmaları yeterlidir. "Mükemmel" insan fikrinde örtük olarak yapılan varsayım özgürlüğün alınan değil, verilen bir şey olduğudur; ve bundan ise "mükemmel" insanlar gerektiren anarşinin başarısız olacağı bariz sonucu ortaya çıkar. Ancak bu argüman, özgür bir toplum yaratmak için kendinden-eylemlilik ve kendini özgürleştirmenin gerekli olduğunu göz ardı eder. Çünkü anarşistlere göre, "tarih, yönetenlerle yönetilenler, ezenlerle ezilenler arasındaki savaşımdan başka bir şey değildir" (Peter Kropotkin, Kendiniz İçin Davranın, s. 85). Fikirler savaşımla değişir ve sonuçta, tahakküm ve sömürüye karşı savaşımda, sadece dünyayı değil aynı zamanda kendimiz de değiştiririz. Kendi yaşamlarının, topluluklarının ve gezegenlerinin sorumluluğunu üstlenme yetisine sahip insanlar yaratan şey özgürlük için verilen savaşımdır. Özgür bir toplumda eşitler olarak yaşama yetisine sahip insanlar anarşiyi olası yapacaktır.

Aslında, hükümet ortadan kalktığında sıklıkla ortaya çıkan kaos anarşi değildir, bu ne de anarşizme karşı bir olaydır. Bu sadece anarşist bir toplum yaratmanın önkoşullarının var olmadığı anlamına gelir. Anarşi, dışsal bir şokun ürünü değil, toplumun kalbinde verilen kolektif bir savaşımın ürünü olacaktır. Yine anarşistlerin böyle bir toplumun "bir gecede" ortaya çıkacağına inanmadıklarını da belirtmeliyiz. Aksine, bizler anarşist sistemin yaratılmasının bir olay değil, bir süreç olduğunu düşünüyoruz. Nasıl işleyeceğinin ayrıntıları, derhal mükemmel şekliyle ortaya çıkmayacak, deneyim ve objektif durumların ışığında zaman içerisinde evrilecektir (aksi yöndeki Marksist iddiaların tartışması için bakınız Kısım H.02.5).

Bu nedenle, anarşistler "mükemmel" insanların gerekli olmadığı sonucuna varırlar, çünkü anarşist "insanlığı özgürleştirmek kutsal misyonuna sahip olan bir kurtarıcı değil, hürriyet için mücadele eden insanlığın bir parçasıdır". Aslında, "eğer, lafın gelişi, Anarşist Devrim, bazı dışsal yollarla insanlara hazır olarak verilir ve onlara dayatılırsa, [insanların] onu kabul etmeyecekleri ve eski toplumu yeniden inşa edecekleri doğrudur. Ancak, öte yandan, eğer insanlar özgürlük hakkındaki fikirlerini kendileri geliştirir ve tiranlığın son kalesinden --hükümetten-- kendi başlarına kurtulurlarsa, işte o zaman devrim gerçekten de kalıcı bir şekilde başarılmış olur" (George Barrett, Op.Cit., s. 355).

Bu, anarşist toplumun herkes anarşist olana kadar beklemesi gerektiğini akla getirmemeli. Aksine. Örneğin, zengin ve güçlü olanların birdenbire hatalı olduklarını kabul ederek gönüllü bir şekilde ayrıcalıklarından vazgeçmeleri pek olası değildir. Yönetici seçkinler, geniş ve büyüyen bir anarşist hareketle karşı karşıya kaldıklarında toplum içerisindeki konumlarını savunmak için daima baskı kurmaya yönelmişlerdir. İspanya (bakınız Kısım A.05.6) ve İtalya'daki (bakınız Kısım A.05.5) faşizm kapitalist sınıfın batabileceği derinliği gösterir. Anarşizm yönetici azınlıkların muhalefeti karşısında yaratılacaktır ve sonuçta da kendisini otoriteyi yeniden yaratma girişimlerine karşı savunmak zorunda kalacaktır (Marksistlerin, anarşistlerin anarşist bir toplumu karşı-devrime karşı savunma gereksimi reddettikleri iddiasının çürütülmesi için bakınız Kısım H.02.1).

Aksine, anarşistler, her ikisine de karşı çıkacak güce sahip olduklarına ve sonuçta da onlara sebep olan toplumsal kurumları tahrip ederek her ikisini de sona erdirebileceklerine ikna etmek için faaliyetimizi tahakküm ve sömürüye maruz kalanlar üzerine odaklamamız gerektiğini savunurlar. Malatesta'nın savunduğu gibi, "kitlelerin doğrudan eylemiyle toplumsal organizmada radikal bir değişiklik yapma görevimizi başarmak amacıyla yeterince güçlü bir kuvvet inşa etmek için kitlelerin desteğine ihtiyacımız var, onlara yaklaşmalı, onları oldukları gibi kabullenmeli ve safları arasında yer alarak onları olabildiğinde ileri 'iteklemeyi' amaçlamalıyız" (Errico Malatesta, Yaşamı ve Fikirleri, s. 155-6). Bu, ilk başta bir azınlık tarafından benimsenen, "ancak giderek artan popüler ifade [şansı] bularak halk kitlesi içerisinde kendi yolunu çizecek" olan anarşizme doğru hızlı bir evrimi olası kılacak koşulları yaratacaktır; ve "azınlık Halk, büyük bir kitle haline gelecek ve mülkiyet ile Devlet'e karşı ayaklanacak bu kitle anarşist komünizme doğru ilerleyecektir" (Kropotkin, Bir Asinin Sözleri, s. 75). Anarşistlerin fikirlerimizi yaymaya ve anarşizm davasını savunmaya önem vermesinin sebebi budur. Bu, kapitalizm ile devletin adaletsizliklerini sorgulayanlar arasından bilinçli anarşistler ortaya çıkaracaktır.

Hiyerarşik toplumun doğası ve ona tabi olanlarda doğal olarak geliştirdiği direniş bu sürece yardım eder. Anarşist fikirler savaşım içerisinde kendiliğinden gelişir. Kısım I.02.3'de tartışdığımız üzere, anarşist örgütler sıklıkla her hiyerarşik sistemi damgalayan tahakküm ve sömürüye karşı direnişin bir parçası olarak yaratılırlar ve potansiyel olarak yeni toplumun çerçevesi olabilirler. Aslında, liberter kurumların yaratılması bu nedenle her zaman her durumda bir olasılıktır. İnsanların deneyimleri onları anarşist sonuçlara, yani devletin zengin ve güçlü bir azınlığı korumak ve çoğunluğu güçsüzleştirmek için var olduğu bilincine doğru iteleyebilir. [Devlet] sınıflı ve hiyerarşik bir toplumu korumak için gerekirken, ne toplumu örgütlemek için gereklidir, ne de bunu herkes için adil adaletli ve adil bir şekilde yapabilir. Bu mümkündür. Ancak, anarşist bir varlık olmaksızın herhangi bir liberter eğilim kitleler üzerinde siyasi güç elde etmeyi amaçlayan partiler veya dini gruplar tarafından kullanılacak, suistimal edilecek ve nihayetinde de tahrip edilecektir (Rus Devrimi bu sürecin en ünlü örneğidir). İşte bu nedenle anarşistler mücadeleyi etkilemek ve fikirlerini yaymak için örgütlenirler (ayrıntılar için bakınız Kısım J.03). Çünkü, ancak anarşist fikirler "hakim bir etkye sahi oldukları" ve "nüfusun yeterince geniş bir kesimince kabul edildiği" zaman, "anarşiyi kazanmış veya anarşiye doğru adımları atmış" olacağız. Çünkü, anarşi "insanların arzularına aykırı olarak dayatılamaz" (Malatesta, Op.Cit., s. 159 ve s. 163).

Yani sonuç olarak, anarşist toplumun yaratılması insanların mükemmel olmasına bağlı değildir, büyük bir çoğunluğun anarşist olmasına ve toplumu liberter tarzda yeniden örgütlemeyi istemesine bağlıdır. Bu, ne bireyler arasındaki ihtilafları tamamen yok edecektir, ne de bir gecede tamamen gelişmiş bir anarşist insanlık yaratacaktır; ancak, toplumu değiştirme savaşımı bunları yapanları devrimcileştirdikten sonra geriye kalan tüm önyargı ve anti-toplumsal davranışların tedricen ortadan kaldırılması için zemin hazırlayacaktır.


A.02.17 İNSANLARIN ÇOĞU ÖZGÜR BİR TOPLUMUN İŞLEMESİ İÇİN FAZLASIYLA APTAL DEĞİL Mİ?

Bu soruya anarşist SSS'da yer verdiğimiz için üzgünüz; ama biliyoruz ki, birçok politik ideoloji açıkça sıradan insanların kendi yaşamlarını idame ettirmek ve toplumlarını işletebilmek için fazlasıyla aptal olduğunu varsayıyor. Sağ'dan Sol'a kadar, kapitalist siyasi gündemin tüm unsurları bu tür iddialarda bulunan insanları içerir. İster Leninistler olsun, isterse Fabiancı veya Objektivist olsun; az sayıda insanın yaratıcı ve zeki olduğu ve bu insanların diğerlerini yönetmesi gerektiği varsayılır. Genellikle, bu seçkincilik, ideologlarının --insanlara arzuladıklarını söylemek suretiyle [insanların] eleştirel düşüncelerini kısırlaştırmaya çalışarak-- "özgürlük", "demokrasi" ve diğer yavan şeylere dair söyledikleri akıcı retorikle iyi bir şekilde gizlenmektedir.

Yine "doğal" seçkinlere inananların kendilerini en yukarıya layık görmeleri, hiç de sürpriz olmayacaktır. Öte yandan, kendilerini devasa bir "saatin saniyelerini gösteren ibreler" yığınının bir parçası olarak gören (diğer insanları göz ardı ederek Ayn Rand'ın fikirlerini papağan gibi tekrar eden kimseleri görmek daima eğlencelidir) veya "gerçek" kapitalizmin bilinmeyen "ideali"nde tuvalet temizleyicisi olacak "objektivistler"i ise henüz keşfedebilmiş değiliz. Seçkinci metinleri okuyan herkes kendini bu "seçilmiş azınlığın" bir parçası olarak görecektir. Seçkinci bir toplumda seçkinleri doğal olarak nitelendirmek ve kendinizi de onun potansiyel bir üyesi olarak görmeniz gayet "doğal"dır.

Tarihin incelenmesi bize gösteriyor ki, devletilerin ve yönetici sınıfların ortaya çıktığı Tunç Devri'nin başından beri, [bu devletlerin ve yönetici sınıfların var olmalarının] temelden gerekçelendirmesi için seçkinci bir ideoloji olagelmiştir. Bu ideoloji sadece üstündeki elbiseleri değiştirmektedir, [ancak] içteki temel özü aynı kalmaktadır.

Örneğin Karanlık Çağlarda [Orta Çağ'da], [elitist ideoloji], Kilise hiyerarşisinin gereksinimlerine uyarlanarak Hristiyanlığa bulanmıştı. Papazcı seçkinler açısından en faydalı "tanrı tarafından vahiy edilmiş" [divinely revealed, dini inanç] dogma "doğuştan günahkâr olma" [original sin] [dogması] idi: insanoğlunun doğuştan ahlaksız ve yetersiz olduğu ve papazların sıradan insanla "Tanrı" arasında gerekli uygun arabuluculuğu yaptıkları bir "yukarıdan yönlendirilmeye" ihtiyacı olduğu fikri. Ortalama bir insanın aptal olduğu ve bu nedenle de kendi kendisini yönetmekten aciz olduğu fikri, Karanlık Çağ'ın kutsal emaneti olan bu doktrinden ortaya çıkmıştır.

İnsanların çoğunun "saatin saniyelerini gösteren ibreler" olduğu veya "sendikacılık bilinci"nden öte bir şey geliştiremeyeceğini iddia edenlere karşı tek söyleyebileceğimiz, bunun tarihe --özellikle de işçi hareketlerine-- üstünkörü bir bakışla bile ayakta kalamayacak kadar saçma bir şey olduğudur. Özgürlük için mücadele edenlerin yaratıcı gücü sıklıkla oldukça şaşırtıcıdır; ve eğer bu entelektüel güç ve ilham "normal" bir toplumda görülemiyorsa, bu yetke [otorite] tarafından üretilen [birbirine] benzeyişin ve hiyerarşinin uyuşturucu etkilerinin en açık delilidir. (Hiyerarşinin etkileri üzerine daha fazlası için Kısım B.01'e bakınız). Bob Black'in dikkat çektiği üzere,

"Ne yapıyorsan osundur. Eğer sıkıcı, aptalca, monoton işler yapıyorsan; ulaşabileceğin fırsatlar da sıkıcı, aptalca ve monoton olacaktır. İş, televizyon ve eğitim gibi önemli aptallaştırma mekanizmaları varken dahi, bizi çepeçevre saran sinsi kretinizmin [cretinization, zihnen aptallaştırmanın] daha iyi bir açıklamasıdır. Hayatları tamamıyle tasnif edilmiş, en başında ailelerince ve en sonunda ise huzur evlerince dört duvar arasına hapsedilmiş, okuldan işe teslim edilmiş insanlar hiyerarşiye alıştırılmışlardır ve psikolojik olarak köleleştirilmişlerdir. Özerkliğe yönelik kabiliyetleri öylesine köreltilmiştir ki, özgürlük korkuları az sayıdaki mantıksal fobilerinden biri haline gelmiştir. İşte aldıkları itaat etme eğitimleri onların kendi kurdukları ailelerine taşınacak, böylece de sistem farklı şekillerde yeniden üretilecektir; politikaya, kültüre ve tüm diğer herşeye de aynen taşınacaktır. Çalışan insanlardaki canlılığı bir kere kurutursanız, insanlar muhtemelen hiyerarşiye boyun eğecekler ve her şeyde uzmanlaşacaklardır. Ona alışmılardır" (Çalışmanın Feshi ve diğer makaleler, s. 21-2).
Seçkinciler hürriyeti anlamaya çalıştıklarında, onun yalnızca (Leninistlere göre) nazik seçkinler tarafından veya (Objektivistlere göre) aptal seçkinler tarafından, tahakküm altında olanlara verilmiş bir şey olabileceğini düşünürler. Bundan sonra ise bunun [bahşedilmiş özgürlüğün] başarısız olması hiç de sürpriz olmaz. Ancak kendini özgürleştirme özgür bir toplum yaratabilir. Otoritenin ezici ve bozucu etkileri ancak kendinden-eylemlilikle giderilebilir. Bu tip birkaç kendini özgürleştirme örneği, bir zamanlar özgürlük yetisinden yoksun olduğu düşünülenlerin, aslında [bu] göreve fazlasıyla hazır olduklarını ispatlar bize.

İnsanlar kendilerini bir kez otoritenin zayıflatıcı ellerinden özgürleştirip, Stirner'in "büyükler biz dizlerimiz üzerine çöktüğümüz için büyüktürler" cümlesindeki gerçeğin farkına vardıklarında, bunun kendi otorite ve iktidarlarını yıkacağından korktukları için onlar kendilerinin "üstünlüğünü" iddia ederler.

Emma Goldman'ın kadınların eşitliği konusunda vurguladığı üzere, "kadınların yaşamın her yönündeki sıradışı başarıları, kadınların aşağı [olduğu şeklindeki] konuşmaları tamamıyla susturdu. Bu fetişe hâlâ sıkı sıkıya yapışanlar ise, bunu kendi otoritelerinin sarsılması kadar hiç bir şeyden nefret etmedikleri için yapmaktadırlar. Bu, ister efendinin ekonomik köleleri üzerindeki [otoritesi olsun], isterse erkeğin kadın üzerindeki [otoritesi] olsun, tüm otoritelerin belirgin özelliğidir. Ama artık kadınlar her yerde kafeslerinden kaçıyor, özgür ve büyük adımlarla ilerliyorlar" (Ateşten Hayaller, s. 256). Aynı yorumlar, sözgelimi İspanyol Devrimi sırasındaki işçilerin başarılı kendinden-yönetim deneyimleri için de geçerlidir.

Böylece, doğaldır ki, insanların anarşizmin işlemesi için fazlasıyla aptal olduğu nosyonu bunu söyleyenlere geri teper. Anarşi yerine demokratik hükümeti önermek maksadıyla bu argümanı kullananları ele alalım örneğin. Demokrasi, Luigi Galleani'nin belirttiği gibi, "insanların kendi yöneticilerini seçme hakkı ve ehliyetine sahip oldukları"nı ifade eder. Ancak, "eğer bir kimse kendi yöneticilerini seçme siyasi ehliyetine sahipse, o zaman onlarsız yapma ehliyetine de sahiptir --özellikle de ekonomik düşmanlık [husumet] sebepleri kökünden sökülüp atılmışsa" (Anarşizmin Sonu mu?, s. 37). Böylece, demokrasinin anarşizme karşıtı argümanı kendi kendisini geçersiz kılar, çünkü "eğer bu değerli seçmenlerin kendi çıkarlarını kollayamayacaklarını düşünüyorsanız, o halde kendilerine kılavuzluk edecek çobanları nasıl seçeceklerini nasıl bilebilirler? Ve bu toplumsal alaşım sorununu, bir dahinin bir aptallar yığınının oylarıyla seçilmesi sorununu nasıl çözebilecekler? (Malatesta, Anarşi, s. 53-4).

Diktatörlüğü insan aptallığına çözüm olarak görenlere gelirsek, bu diktatörler neden gözüktüğü kadarıyla evrensel olan bu insan özelliğinden muaftırlar sorusu akla gelir. Ve, Malatesta'nın belirttiği gibi, "en iyi kimdir? Ve onlardaki bu nitelikleri kim değerlendirecek [ve ortaya çıkaracak]?" (Op.Cit., s. 53).Eğer kendilerini "aptal" kitlelere dayatırlarsa, o halde niye kendi çıkarları için çoğunluğu sömürmeyeceklerini, ezmeyeceklerini varsayalım ki? Veya buna gelince, onlar kitlelerden daha mı zekidirler? Diktatöryel ve monarşik hükümet tarihi bu sorulara açık bir cevap verir. Aynı argüman, kısıtlı oy kullanma hakkına dayanan diğer demokratik olmayan sistemler için de geçerlidir. Örneğin, Lockeci (yani klasik liberal veya sağ-kanat liberter) mülk sahiplerinin yönetimine dayanan devlet ideali, zengin bir azınlığın gücü ve ayrıcalığını sürdürmek için çoğunluğu ezen bir rejimden pek farklı bir kadere sahip değildir. Aynı şekilde, kapitalist elitler hariç olmak üzere neredeyse evrensel bir aptallık fikri ("objektivist" vizyon) yazında sunulan mükemmel sistemden biraz daha az ideal olan bir sistemi ima eder. Bunun sebebi, çoğu insanın, onları kendi başına amaç olarak değil de amaca hizmet eden araçlar olarak gören baskıcı patronlara tolerans göstermesidir. Eğer insanları esasen "medeniyetten mahrum bir güruh" olarak görüyorsanız, onların kendi kişisel çıkarlarını fark ederek, onların peşinden gitmesini nasıl bekleyebilirsiniz? Her ikisi birden olamaz ve saf kapitalizmin "bilinmeyen ideali" --"fiilen varolan" kapitalizm gibi-- kirli, baskıcı ve yabancılaştırıcı olacaktır.

Bu nedenle, anarşistler, insan kitlesinin beceriksizliğine dayanan anarşi karşıtı argümanların (apaçık bir şekilde kendi [amacına] hizmet etmediğinde) kendi içinde çelişkili olduğuna inanırlar. Eğer insanlar anarşizm için fazlasıyla aptallarsa, o halde arzuladığınız herhangi bir sistem için de fazlasıyla aptal olacaklardır. Nihayetinde, anarşistler, böyle bir perspektifin insanlığın ve bir tür olarak tarihimizin gerçek bir analizinden ziyade hiyerarşik toplum tarafından üretilen köle zihniyetini yansıttığını söylerler. Rousseau'dan alıntılarsak,

"Avrupalı haz düşkünlüğünce [voluptuousness] aşağılanan ve sadece bağımsızlıklarını koruyabilmek için açlığa, ateşe, kılıca ve ölüme katlanan tamamen çıplak yabanilerin çokluğunu gördükçe; kölelere bu şekilde davranmanın özgürlükle bağdaşmadığını hissediyorum." (Noam Chomky'nin alıntısı, Marksizm, Anarşizm ve Alternatif Gelecekler, s. 780).


A.02.18 ANARŞİSTLER TERÖRİZMİ DESTEKLER Mİ?

Hayır ve bunun üç sebebi vardır.

Terörizm, masum insanları hedeflemek veya onların ölmesine aldırmamak demektir. Anarşinin var olabilmesi için halk kitlesi tarafından yaratılması gerekir. insanları havaya uçurarak, [onların] size inanmasını sağlayamazsınız. İkinci olarak ise, anarşizm kendini-özgürleştirmekle ilgilidir. Toplumsal ilişkileri havaya uçuramazsınız. Özgürlük, bir avuç seçkinin çoğunluk adına yöneticileri ortadan kaldırması eylemiyle yaratılamaz. Basitçe ifade edilirse, "yüzlerce yıllık bir tarihe dayanan bir yapıyı birkaç kilo patlayıcıyla tahrip edemezsiniz" (Kropotkin, Martin A. Millar'ın alıntısı, Kropotkin, s. 174). İnsanlar yöneticilere ihtiyaç duydukları sürece, hiyerarşi var olacaktır (bu konuda daha fazlası için Kısım A.02.16'ya bakınız). Daha önce de vurguladığımız üzere özgürlük verilemez, ancak alınabilir. Son olarak, anarşizm özgürlüğü amaçlar. Bu nedenle Bakunin, "bir kimse insanlığın kurtuluşu için devrimi hedefliyorsa, erkeklerin {ve kadınların} hayatlarına ve hürriyetlerine karşı saygılı olmalıdır" yorumunu yapar (K.J. Kenafick'in alıntısı, Michael Bakunin ve Karl Marks, s. 125). Çünkü, anarşistlere göre araçlar amaçları belirler; ve terörizm, doğası itibariyle, bireylerin hayatlarını ve hürriyetlerini ihlal eder, dolayısıyla anarşist toplumu yaratmak için kullanılamaz. Örneğin Rus Devrimi tarihi, Kropotkin'in "eğer yalnızca terörle kazanılırsa gelecek devrim çok üzücü olacaktır" öngörüsünü onaylar (Millar'ın alıntısı, Op.Cit., s. 175).

Bunun da ötesinde, anarşistler bireylere karşı değildir; bazı bireylerin diğerleri üzerinde güce sahip olmasına ve bu gücü suistimal etmesine (yani kullanmasına) neden olan kurumlara ve toplumsal ilişkilere karşıdır. Bu nedenle, anarşist devrim insanları değil, yapıları tahrip etmekle ilgilidir. Bakunin'in belirttiği üzere,"biz insanların öldürmek istemiyoruz, biz [toplumsal] konumları ve [bu konumların yarattığı] ayrıcalıkları ortadan kaldırmak istiyoruz" ve anarşizm "burjuvaziyi oluşturan bireylerin ölümü demek değildir, siyasi ve toplumsal varlık olarak ekonomik açıdan işçi sınıfından ayrı olan burjuvazinin ölümü demektir" (Temel Bakunin, s. 71 ve s. 70). Diğer bir deyişle, (terörizme karşı anarşist duruşu sunan anarşist bir broşürün başlığını alıntılarsak) "Toplumsal bir ilişkiyi havaya uçuramazsınız".

Peki, o zaman anarşizm şiddetle nasıl ilişkilendirilmiştir? Bu, kısmen devlet ve medyanın ısrarla anarşist olmayan teröristlerden anarşistler olarak bahsetmesinden kaynaklanmaktadır. Örneğin, kendilerini Marksist-Leninist olarak adlandırmalarına rağmen, Alman Bader-Meinhoff çetesi sıkça "anarşistler" olarak adlandırılmıştır. İftiralar ne yazık ki işe yaramaktadır. Benzer şekilde Emma Goldman'ın ifade ettiği gibi, "Anarşist hareketle aşina olan hemen hemen herkesçe bilinen bir gerçektir ki; Anarşistlerin cezasını çektiği {terörist} eylemlerin büyük bir kısmı ya kapitalist medya tarafından uydurulmuştur veyahut --eğer doğrudan [kendileri tarafından] yapılmadıysa-- polis tarafından kışkırtılmıştır" (Kızıl Emma Konuşuyor, s. 216).

Aktif olan bu sürecin bir örneği bugünkü küreselleşme karşıtı harekette görülebilir. Örneğin, Seattle'da, medya protestocuların (özellikle de anarşistlerin) "şiddet"ini haber yapmıştı, ancak bu sadece birkaç kırık camdan ibaretti. Polisin çok daha büyük fiili şiddeti (ki bu tek bir cam dahi kırılmadan önce başlamıştı) yorum yapmaya değer görülmemişti. Küreselleşme karşıtı gösteriler hakkındaki takip eden medya haberleri, --devletin elindeki en büyük şiddete maruz kalanlar bizzat protestocular olmasına karşın-- anarşizmi ısrarla şiddetle ilişkindirerek aynı şablonu takip etti. Anarşist aktivist Starhawk şunu belirtiyordu: "eğer camların kırılması ve polisler saldırdığında karşılık vermek 'şiddet' ise, polisler direniş göstermeyen insanları komaya sokacak kadar dövdüğünde kullanmak üzere bin kere daha güçlü olan yeni bir kelime gösterin bana." (Sokaklarda Kalmak, s. 130).

Benzer şekilde, 2001'deki Cenova protestolarında, protestocuların birisini öldüren ve binlercesini de yaralayan devlet olmasına rağmen, anaakım medya protestocuları şiddet uygulayan taraf olarak göstermişti. Şiddetin yaratılmasında polis ajan provokatörlerinin varlığından medyada hiç bahsedilmedi. Daha sonra Starhawk'ın belirttiği gibi, Cenova'da, "Dikkatli bir şekilde düzenlenmiş siyasi devlet terörizmi kampanyasıyla karşı karşıya kaldık. Kampanya dezenformasyonu, ajan ve provokatörlerin kullanılmasını, bilinen Faşist gruplarla işbirliği yapılmasını, ..., gaz bombaları ve dayakla şiddet taraftarı olmayan grupların açıkça hedef alınmasını, bilinen polis vahşetini, mahkumlara işkence yapılmasını, örgütleyicilere siyasi baskı yapılmasını içeriyordu ... Yaratacağı tepkilerden korkmadıklarını ve yüksek mevkilerden siyasi koruma beklediklerini gösterecek şekilde tüm bunları açıkça yaptılar" (Op.Cit., s. 128-9). Bunlar doğal olarak medya tarafından haber yapılmadı.

Takip eden protestolar, medyanın anti-anarşist dikkat çekici hareketler yapmakta daha da serbestleştiğini gösterdi --anarşistlerin kitlesel şiddet uygulamayı planlayan nefret dolu insanlar olarak göstermek için hikayeler icat edildi. Örneğin, 2004'de İrlanda'da, anarşistlerin Dublin'deki AB ile ilgili kutlamalar sırasında zehirli gaz kullanmayı planladıklarını yazmıştı. Tabii ki, böyle bir plana ilişkin kanıt hiç ortaya çıkmadı ve böyle bir eylem de gerçekleşmedi. Ne de medyanın anarşistlerin örgütlediklerini söyledikleri ayaklanma gerçekleşti. Benzer bir yanlış bilgilendirme süreci Londra'daki anti-kapitalist Bir Mayıs gösterilerinde ve New York'daki Cumhuriyetçi Ulusal Kongre'ye karşı protestolarda da yaşandı. Olayın ardından yanlış olduğu devamlı ispatlanmasına karşın, medya daima anarşist şiddete ilişkin korku hikayeleri yayınlar (hatta makalelerini haklı çıkarmak ve anarşizmi daha da şeytanlaştırmak için --örn. Seattle'de-- olaylar icat eder). Böylece anarşizm eşittir şiddet efsanesi işler. Söylemek gereksiz ancak (olmayan) anarşist şiddet tehdit üzerine dikkati çeken aynı gazeteler bu olaylarda polisin göstericilere karşı uyguladığı filli şiddet ve sindirme hakkında sessiz kalır. Ne de (kanıtı olmayan) felaket hikayelerinin akabinde gerçekleşen olaylarca saçmalıktan başka bir şey olmadığı ortaya çıkarıldıktan sonra, herhangi bir özür dilemişlerdir.

Bu, Anarşistlerin şiddet eylemleri yapmadıkları anlamına gelmez. Yaptılar (aynen diğer siyasi ve dini hareketler üyelerinin yaptığı gibi). Terörizmin anarşizmle ilişkilendirilmesindeki en önemli sebep, anarşist hareketin "eylemli propaganda" [propaganda by deed] dönemidir.

Kabaca 1880'den 1890'a kadar olan bu dönem, az sayıdaki bireysel anarşistin yönetici sınıf (kraliyet ailesi, siyasetçiler ve benzeri) üyelerine suikastler düzenlemeleriyle damgalanmıştır. En kötüsü ise, bu dönem burjuvazinin üyelerinin sıklıkla uğradığı tiyatro ve dükkanların hedef alındığı görülür. Bu eylemlere "eylemli propaganda" denmiştir. Anarşistlerin bu taktiğe yönelik destekleri, 1881'de Çar II. Alexander'in Rus Popülistleri tarafından suikast sonucu öldürülmesiyle bir kat artmıştır (bu olay, tiranların katlini ve onlara suikast düzenlenmesini kutlayan, "En Sonunda!" başlığıyla Freiheit'da yayınlanan Johann Most'un ünlü başyazısını ortaya çıkarmıştır). Ancak, anarşistlerin bu taktiğe desteklerinin arkasında daha köklü nedenler vardır: birincisi, işçi sınıfından insanlara yöneltilen sindirme hareketlerinin intikamını almak için; ve ikincisi, onlara tahakküm edenlerin yenilebileceğini göstererek insanları isyan etmeye cesaretlendirmenin bir arası olarak.

Bu nedenleri göz önüne alınca, eylemli propagandanın, birçok anarşistin de öldürüldüğü Paris Komününün Fransız devleti tarafından vahşice bastırılması yüzünden 20.000'den fazla insanın öldüğü Fransa'da başlaması bir rastlantı değildir. Komün'ün intikamını almak için gerçekleşen anarşist şiddet nispeten iyi bir şekilde bilinirken, devletin Kömüncülere uyguladığı kitlesel katliamın pek bilinmemesi ilginçtir. Benzer şekilde, İtalyan Anarşisti Gaetano Bresci'nin 1900 yılında Kral Umberto'ya suikast düzenlediği ve 1892 yılında Alexander Berkman'ın Carneige Çelik Şirketi'nin yöneticisi Henry Clay Frick'i öldürmeye teşebbüs ettiği de bilinebilir. Ancak, Umberto'nun birliklerinin protestocu köylüler üzerine ateş açarak onları öldürdüğü veya Frick's Pinkertonlarının Homestead'da lokavta maruz kalan işçileri öldürdüğü ise genelde bilinmez.

Devletçi ve kapitalist şiddetin gözden kaçırılması hiç de şaşırtıcı değildir. Max Stirner'in belirttiği gibi, "Devlet'in [her] davranışı şiddettir" ve "[devlet] şiddetini 'yasa' diye; ve bireysel olanını ise 'suç' diye adlandırır" (Biricik ve Kendisi, s. 197). Anarşist şiddetin kınanması, ancak bunu tahrik eden baskının (ve genellikle de daha ağır bir şiddetin) ise göz ardı edilmesi ve unutulmasına şaşmamak gerekir. Anarşistler, kendilerinin "şiddet yanlısı" olduğu suçlamasının ikiyüzlülüğüne --bu gibi iddiaların ya hükümet taraftarları veya bizzat fiili hükümetlerden ("şiddet sayesinde ortaya çıkan, şiddet yoluyla kendisini iktidarda tutan ve isyanın yükselmesine izin vermemek ve diğer uluslara kabadayılık taslamak için sürekli şiddeti kullanan" hükümetlerden (Howard Zinn, Zinn Okumaları, s. 652)) kaynaklandığı veriliyken-- işaret ederler.

Anarşist olmayanların devlet şiddetine verdikleri tepkiye bakınca, onların anarşist şiddeti kınamalarının etrafındaki ikiyüzlülüğü hissedebiliriz. Örneğin, 1920'ler ve 1930'larda birçok kapitalist gazete ve kişi, Faşizmin yanı sıra Mussolini ile Hitler'e alkış tutumuştu. Anarşistler ise aksine Faşizme karşı ölümüne savaşırken, hem Mussolini hem de Hitler'e suikast düzenlemeye çalıştılar. Açıkçası, katil diktatörlükleri desteklemek değil, bu tip rejimlere direnmek "şiddet" ve "terörizm"dir!. Benzer şekilde, anarşist olmayanlar baskıcı ve otoriter devletleri, savaşı, grev ile kargaşanın şiddetle bastılmasını ("kanun ve nizamın yeniden tesisi"ni) destekleyebilir ve "tedhişçi" olarak nitelendirilmezler. Anarşistler ise, bunun aksine "tedhişçi" ve "terörist" olarak kınanırlar, çünkü aralarından birkaçı sindirme ve devlet/kapitalist şiddet eylemlerinin intikamını almaya çalışmışlardır. Benzer şekilde, bir kimsenin, örneğin Seattle'da polisin sıkıyönetim ilan ederek [uyguladığı] fiili şiddeti desteklerken --veya daha kötüsü 2003'de Irak'ın Amerika tarafından işgal edilmesini desteklerken-- birkaç camın kırılmasıyla sonuçlanan anarşist "şiddet"i kınamasındaki ikiyüzlülüğün boyutu açıktır. Eğer birisi tedhişçi olacaksa, bu devlet ve onun eylemleri destekleyenler olmalıdır; ancak hâlâ insanlar apaçık ortada olan bu [gerçeği] görmemekte, "devletin yerdiği türden şiddeti yermekte ve devletin uyguladığı şiddeti alkışlamaktadır" (Christie ve Meltzer, Anarşizmin Bent Kapakları, s. 132).

Anarşistlerin büyük bir kısmının bu taktiği desteklemediğine dikkat edilmelidir. Murray Bookchin'in belirttiği üzere, "eylemli propaganda"ya başvuranlardan (bazen "attentats" olarak anılırlar) "pek azı ... Anarşist grupların üyesiydi. Çoğunluğu ... tek başınaydı" (İspanyol Anarşistleri, s. 102). Söylemek gereksiz, ancak devlet ve medya bütün anarşistleri aynı renge  boyar. hâlâ yapmaktalar, bazen de hatalı olarak (bu taktiğin anarşist çevrelerde tartışılmaya başlamasından yıllarca önce ölmesine karşın bu tip eylemlerden ötürü Bakunin'i suçlamak gibi!).

Sonuçta genel olarak, anarşistlerin büyük bir çoğunluğunun sonunda fark edeceği üzere, anarşizmin "eylemli propaganda" dönemi bir başarısızlıktı. Kropotkin tipik olarak görülebilir. O, "eylemli propaganda sloganından asla hoşlanmamıştı ve kendi devrimci eylem fikirlerini tanımlamak için bu [terimi] kullanmamıştır". Ancak, 1879'da, hâlâ "kolektif eylemin önemini vurgulamakla beraber attentat'lara yönelik dikkate değer bir sempati ve ilgi göstermeye başlamıştır" (bu "kolektif eylem biçimleri sendika ve komünal düzeyde" işleyen şeyler olarak görülmüştü). 1880'de, "kolektif eylemle daha az meşgul oluyor, birey ve ufak gruplar tarafından yapılan isyan eylemlerine yönelik hevesi artmıştı". Ancak bu uzun sürmedi ve bilhassa "yeni militan sendikacılık içerisinde kolektif eylem geliştirmenin artan imkanlarını görmesi"nin ardından, "izole haldeki isyan hareketlerine giderek daha az önem" atfetmeye başladı (Caroline Cahm, Kropotkin ve Devrimci Anarşizmin Yükselişi, s. 92, s. 115, s. 129, s. 129-30, s. 205). Ancak, 1880'lerin sonuna ve 1890'ların başına gelindiğinde, bu gibi şiddet eylemlerini onaylamaz olmuştu. Bu, kısmen en kötü eylemlerde hissettiği tiksinme yüzünden (1892 Jerez ayaklanmasına katılan anarşistlerin devlet tarafından katledilmesine cevap olarak Barcelona Tiyatrosu'nun bombalanması ve devletin baskısına cevap olarak Emile Henry'nin bir kafeyi bombalaması gibi); kısmen de, anarşist davayı engellediğinin ayırdına varması yüzündendi.

Kropotkin, 1880'lerin "büyük miktardaki terörist eylemleri"nin "otoritelerin harekete karşı bastırıcı hareketlere başvurması"na sebep olduğunu, "kendi görüşüne göre anarşist idealle uyumlu değillerdi ve halk ayaklanmasını geliştirmek için hemen hemen hiçbir şey yapmadıkları"nı fark etmişti. Ayrıca, eylemli propaganda "meşguliyet sonucunda azalmak yerine artan kitlelerden tecrit olma hakkında" endişeye kapılmıştı. "Bir halk devrimi için en iyi olasılığın ... emek hareketindeki yeni militanlığın gelişmesinde görüyordu. O andan itibaren, giderek ilgisini isyan ruhunu geliştirmek için kitleler arasında çalışan devrimci bir azınlığın önemi üzerine odakladı". Ancak, (eylemli propaganda için değilse bile) bireysel isyan eylemlerine desteğinin en fazla olduğu 1880'lerin başında bile, kolektif sınıf savaşımı gereğini görmüştü ve bu nedenle "Kropotkin, bu mücadelelerde devrime giden emek hareketinin önemini daima vurgulamıştı" (Op.Cit., s. 205-6, s. 208 ve s. 280).

Bu konuda Kropotkin yalnız değildi. Giderek daha fazla sayıda anarşist, "eylemli propaganda"nın devlete anarşist ve işçi hareketlerini bastırmak için iyi bir bahane sağladığının farkına vardı. Bunun da ötesinde, medyaya (ve anarşizm karşıtlarına) anarşizmi akılsızca yapılan şiddetle ilişkilendirme şansı vererek, nüfüsun büyük bir kısmını harekete yabancılaştırdı. Bu yanlış ilişkilendirme, gerçekler dikkate alınmaksızın her fırsatta yinelendi (örneğin, her ne kadar Bireyci Anarşistler "eylemli propaganda"yı tamamen reddelerse de, onlar da medya tarafından "tedhişçi" ve "terörist" olarak karalanmışlardır.

Bunun yanı sıra, Kropotkin'in işaret ettiği üzere, eylemli propagandanın ardında yatan varsayım, yani herkesin isyan etmek için bir fırsat beklediği yanlıştı. Gerçekte insanlar içinde yaşadıkları sistemin ürünleridirler; bu nedenle, sistemin devamlılığını sağlayan efsanelerin çoğunu kabul ederler. Eylemli propagandanın başarısızlığı ile anarşistler hareketin büyük bir kısmının halihazırda yapmakta olduğu şeye geri döndüler: [yani] sınıf mücadelesini ve kendini-özgürleştirme sürecini desteklemek. Anarşizmin köklerine bu geri dönüş, 1890 sonrasındaki anarko-sendikalist birliklerin yükselişinde gözlenebilir (bakınız Kısım A.05.3).

Anarşistlerin büyük bir kısmının eylemli propagandayı taktik olarak onaylamamasına rağmen, [anarşistlerin] pek azı onu terörizm olarak nitelendirir veya suikast düzenlenmesini her koşul altında tamamen reddeder. İçinde düşman olabileceği nedeniyle bir köyü bombalamak terörizmdir; ancak kanlı bir diktatörü ortadan kaldırmak en iyisinden bir savunma, en kötüsünden ise bir intikam almadır. Anarşistlerin her zaman vurguladıkları üzere, eğer terörizmden "masum insanları öldürmek" anlaşılıyorsa, o zaman (gezegendeki en büyük bombaların ve diğer toplu imha silahlarının sahibi olan) devlet en büyük teröristtir. "Terör eylemlerini yapan" insanlar eğer gerçekten anarşistlerse, masum insanlara zarar vermemek için mümkün olan herşeyi yapacaklardır ve "karşılıklı zarar verilmesi" üzücü ancak kaçınılmazdır şeklindeki devletçi çizgiyi asla kullanmayacaklardır. İşte bu nedenle "eylemli propaganda" eylemlerinin büyük bir kısmı Başkanlar ve Kraliyet Ailesi üyeleri gibi yönetici sınıfın bireylerine karşı yönelmiştir; daha önceki devlet ve kapitalist şiddet eylemlerinin sonucudur.

Yani, anarşistler tarafından "terörist" eylemler düzenlenegelmiştir. Bu bir olgudur. Ancak, burada unutulan şey bunun bir soyo-siyasal kuram olarak anarşizmle hiçbir ilgisinin olmadığıdır. Emma Goldman'ın söylediği gibi, "Alexander Berkman'ı yaptığı harekete iten şey Anarşizm değil, onbir çelik işçisinin vahşice öldürülmesiydi" (Op.Cit., s. 268). Aynı şekilde, diğer siyasi ve dini grupların üyelerinin de bu tip eylemler düzenlediğidir. Londra Özgürlük Grubu'nun belirttiği üzere:

"Sokaktaki adamın {veya kadının}, --Anarşistleri veya o anda nefret ettiği kişi ya da kişiler [bete noire] kim olursa olsun onları acımasızca eleştirmek için-- [onları] henüz işlenmiş bir haksızlığın [outrage, zulmün] nedenini daima unutuyor gözükmesi herkesçe bilinen bir gerçektir. Adam öldürmeyle sonuçlanan [homicidal] haksızlıkların, çok eski zamanlardan beri kışkırtılan ve umutsuz sınıflarla kışkırtılan ve umutsuz bireylerin, erkek {ve kadın} arkadaşlarının katlanılamaz olduklarını düşündükleri hatalarına cevap olarak ortaya çıktığı karşı konulamaz bir olgudur. Bu eylemler, --ister saldırgan isterse sindirici olsunlar-- şiddetin karşısında şiddet içeren bir geri çekilmedir ... sebepleri herhangi özel inançta yatmaz, ancak bizzat insan doğasının .. derinliklerinde [yatar]. Tüm siyasal ve toplumsal tarih bunun kanıtları ile doludur" (Emma Goldman'ın alıntısı, Op.Cit., s. 259).
Terörizm diğer birçok siyasi, toplumsal ve dini grup ve parti tarafından da kullanılagelmişdir. Örneğin, Hristiyanlar, Marksistler, Hindular, Milliyetçiler, Cumhuriyetçiler, Müslümanlar, Sihler, Faşistler, Yahudiler ve Yurtseverler, bunların tümü de terörist eylemler yapmıştır. Bu hareket ve fikirlerin pek azı "doğası itibariyle" terörist olarak nitelendirilmişlerdir --bu ise anarşizmin statükoya karşı bir tehdit olduğunu gösterir. Kötü niyetli ve/veya eksik bilgilendirilmiş insanların, bir fikre inanan ve onu eyleme dökenleri hiçbir görüşü veya ideali olmayan, sadece tahrip etmeyi amaçlayan deliler, "çılgın bombacılar" olarak resmetmesi kadar bir fikri kötüleyen ve marjinalleştiren bir şey yoktur.

Tabii ki, Hristiyanların büyük bir kısmı ve diğerleri, ahlaki olarak iğrenç ve amaca zarar vermesinden ötürü terörizme karşı çıkmışlardır. Aynen anarşistlerin büyük bir kısmının, her zaman ve her yerde yaptığı üzere. Ancak öyle gözüküyor ki bizim durumumuzda, terörizme karşı olduğumuzu tekrar tekrar söylememiz gerekiyor.

Özetlemek gerekirse, teröristlerin sadece çok küçük bir kesimi anarşisttir ve yine anarşistlerin çok küçük bir kesimi teröristtir. Bir bütün olarak anarşist hareket, her zaman toplumsal ilişkilerin suikast ya da bomba ile ortadan kaldırılamayacağını fark etmiştir. Devletin ve kapitalizmin [uyguladığı] şiddetle karşılaştırılınca, anarşist şiddet okyanusta bir su damlasıdır. Ne yazık ki, insanların çoğu [anarşistlerce gerçekleştirilen şiddeti tetikleyen] devlet ve kapital tarafından uygulanan şiddet ve baskıdan ziyade az sayıdaki anarşistin gerçekleştirdiği şiddeti hatırlamaktadır.
 

A.02.19 ANARŞİSTLERİN SAHİ P OLDUKLARI ETİK GÖRÜŞLER NELERDİR?

Her ne kadar anarşistlerin tümü bireyin kendi etik duyusunu kendi başına geliştirmesi gerektiği genel inancını paylaşsa da, anarşistlerin etik üzerine bakış açıları büyük ölçüde farklılıklar gösterir. Tüm anarşistler, bireyin kendisini mevcut ahlak ilminin [morality] sınırlarından kurtarması ve bu ahlak ilmini sorgulaması gerektiği [noktasında] Max Stirner'e katılacaklardır --"Bir şeyin benim için doğru olup olmadığına ben karar veririm; benim dışımda bir doğru yoktur" (Biricik ve Kendisi, s. 189).

Ancak pek az anarşist Stirner gibi toplumsal etiğe dair tüm kavramları reddecek kadar ileri gider (bunu söylenişken, Stirner'in bunu söylerken --her ne kadar egoistik olsalar da-- bazı evrensel kavramlara değer verdiğini [belirtelim]). Bu kadar aşırı bir ahlaki görecilik [relativism] anarşistlerin büyük bir kısmı için ahlaki saltçılık [absolutism] kadar kötü bir şeydir (ahlaki saltçılık doğru ve yanlışın bireyin ne düşündüğünden bağımsız olduğunu savunurken, ahlaki görecilik ise bireyin uygun gördüğünün ötesinde herhangi bir doğru ve yanlışın olmadığı [şeklindeki] görüştür).

Sık sık modern toplumun aşırı "egoizm" veya ahlaki görecielik yüzünden parçalandığı iddia edilir. Bu yanlıştır. Ahlaki görecilik söz konusu olunca; bu, birçok farklı Ahlak İlmi Uzmanı ve gerçek-inanan tarafından topluma dayatılan ahlaki saltçılıktan bir adım ötededir, çünkü ne kadar zayıf olursa olsun [ahlaki görecelik] kendini bireysel mantık fikri üzerinde temellendirir. Ama etiğin varlığını (veya arzulanırlığını) reddettiği yerde, aslında başkaldırdığının aynadaki bir yansımasına dönüşür. Bu iki seçenekten ikisi de ne bireyi güçlendirir, ne de özgürleştiricidir.

Sonuç olarak, halkın ya şeyler hakkında bir görüş oluşturamaması (ve böylece her şeyi hoş görmesi), ya da yönetici seçkinlerin emirlerini körü körüne takip etmesi nedeniyle, bu iki tavır iktidardakiler için büyük değer taşır, onlar için büyük bir cazibe kaynağıdır. Etik kavramların geliştirilmesi için ve [keza] bu etik kavramların bireylerin olduğu kadar toplumun içindeki etik davranışlar olarak genelleştirilebilmeleri amacıyla [ve] kişiler arasındaki empatinin [birbirlerini  anlama yetisi] de geliştirilmesi için; insan mantığına dayanan etiğe [karşı] evrimci bir yaklaşımın lehine, bunların her ikisi de anarşistlerin büyük bir kısmı tarafından reddedilir. Etiğe anarşist yaklaşım böylece ahlaki görecelikte ifade edilen eleştirel bireysel araştırmayı paylaşır, ancak kendisini doğru ve yanlış hakkındaki ortak [genele özgü] duygu dünyasına dayandırır. Proudhon'un savunduğu gibi;

"Tüm ilerleme bir şeyin ortadan kaldırılması ile başlar; her reform bir suistimalin kınanmasına dayanır; her yeni fikir eski fikrin yetersizliğinin kanıtlanmasına dayanır".
Anarşistlerin çoğu etik değerlerin, aynen yaşamın bizzat kendisi gibi sürekli bir evrim süreci içinde olduğu görüşünü kabul eder. Bu ise onların, bireylerin çevrelerindeki tüm dünyayı sorgulama ve değerlendirme gücüne [yet(k)isine] tamamı ile sahip oldukları fikrine dayanan bir etik gelişim teorisi lehine, tüm "Tanrı Yasası", "Doğal Yasa" ve benzeri sanıları [notion] reddetmelerine yol açar --aslında gerçekten özgür olabilmek için de bu gereklidir. Anarşist olup da herhangi birşeyi körü körüne kabul edemezsiniz! Kuramsallaştırıcı [kurucu] anarşist düşünürlerden birisi olan Michael Bakunin bu radikal şüpheciliği şöyle ifade ediyor:
"Bugüne kadar yazılmış hiçbir kuram, hiçbir hazır sistem, hiçbir kitap dünyayı kurtarmayacak. Ben hiçbir sisteme bağlanmam. Ben gerçek bir arayıcıyım".
Bireysel sorgulamaya dayanmayan her etik sistemi ancak otoriter olabilir. Erich Fromm bunun nedenini şöyle açıklar:

"Usulen, otoriter etik insanın neyin iyi neyin kötü olduğu yetisini inkar eder; norm belirleyici daima bireyin üzerinden atlayan bir otoritedir. Böyle bir sistem mantık ve bilgiye değil, otoriteye beslenen korkuyla karışık saygıya, tabi olanların zayıf ve bağmlı olma duygusuna dayanır; karar almanın otoriteye teslim edilmesi otoritenin büyü gücünden kaynaklanır; onun kararları sorgulanamaz ve sorgulanmamalıdır. Maddi olarak [özdeksel olarak] veya içeriğe göre, otoriter etik neyin iyi neyin kötü olduğunu sorusunu esasen tabi olanların değil otoritenin çıkarlarına uygun olarak yanıtlar; bu, tabi olan ondan önemli ruhsal veya maddi faydalar edinse dahi sömürücüdür" (Kendisi İçin İnsan, s. 10).


Bu nedenle anarşistler --temelde-- sorunlara karşı bilimsel bir yaklaşım sergilerler. Anarşistler, tinsel yardım mitolojisine dayanmadan, kendi zihinlerinin erdemlerine [merit, hünerlerine] dayanarak etik yargılara ulaşırlar. Bu, mantık [logic] ve idrak [reason] yolu ile yapılır ve ahlaki soruları çözümlemek için ortodoks din gibi eskimiş, otoriter sistemlerden çok daha iyi bir yoldur; ve yine ahlaki göreceliğin "ne yanlış ne de doğru vardır"ından da açıkça daha iyidir.

Peki etik kavramların kaynakları nelerdir? Kropotkin'e göre, "doğa insanın ilk etik öğretmeni olarak kabul edilmelidir. İnsanda ve diğer tüm toplumsal hayvanlarda doğuştan [innate] var olan toplumsal içgüdü [instinct]; işte bu, tüm etik anlayışların ve daha sonraki tüm ahlak ilmi gelişiminin kaynağıdır" (Etik, s. 45).

Diğer bir deyişle, yaşam anarşist etiğin temelidir. Bu ise, (anarşistlere göre) bireyin etik görüşlerinin esasen [şu] üç ana kaynaktan ortaya çıktığı anlamına gelir:

1) bireyin içinde yaşadığı toplumdan. Kropotkin'in dikkat çektiği üzere, "İnsanın ahlaki anlayışı, tamamıyle belirli bir yerde [ve] belirli bir zamanda var olduğu varsayılan toplumsal yaşam biçimine dayanır ... bu {toplumsal yaşam} insanın ahlaki anlayışında ve belirli bir dönemin ahlaki öğretisinde yansımasını bulur" (Op.Cit., s. 315). Diğer bir deyişle, yaşamın ve yaşamanın [sağladığı] deneyim.

2) Yukarıda değinildiği üzere, bireylerin kendi toplumlarının etik normlarını [norm, kurallarını] eleştirel [bir şekilde] değerlendirmesinden. Bu Erich Fromm'un şu argümanının özüdür: "İnsan kendi sorumluluğunu [kendinden sorumlu olduğunu] ve ancak kendi güçlerini kullanarak yaşamına anlam verebileceği gerçeğini kabul etmelidir ... insanın kendi güçlerini ortaya çıkararak, üretken bir şekilde yaşayarak yaşamına verdiği anlamın dışında [yaşamın] başka hiçbir anlamı yoktur" (Kendisi İçin İnsan, s. 45). Diğer bir deyişle, bireysel düşünme ve gelişim.

3) Empati duygusu --"ahlaki duyarlılığın [sentiment, sezgi, düşünce] gerçek kaynağı ... basitçe sempati duygusundadır" ("Anarşist Ahlak", Kropotkin'in Devrimci Yazıları, s. 94). Diğer bir deyişle, bireyin deneyimlerini ve fikirlerini diğerleriyle beraber hissetme ve paylaşma yetisi.

Bu son etken, etik duyusunun gelişmesi için son derece önemlidir. Kropotkin'in söylediği üzere, "hayalgücünüz [tasavvur etme yetiniz] ne kadar güçlü olursa, herhangi bir varlığa acı çektirildiğinde [onun] ne hissettiğini o kadar iyi resmedebilirsiniz ve ahlaki duyunuz da o kadar yoğun ve hassas olur ... Ve şartlar tarafından, sizi çepeçevre saranlar şeyler tarafından, kendi düşünce ve hayal gücünüzün yoğunluğu tarafından, kendi düşüncenizin ve hayal gücünüzün sizi sevk ettiği şekilde davranmaya ne kadar fazla alıştırılırsanız, sizin içinizdeki ahlaki duygunuz [hissiniz] o kadar gelişecektir, o kadar alışkanlık haline gelecektir" (Op.Cit., s. 95).

İşte anarşizm (temel olarak), "benzer şartlar altında başkalarının sana nasıl davranmasını arzuluyorsan, diğerlerine de öyle davran" ahlaki düsturuna dayanır. Ahlaki duruş [stand] söz konusu olduğunda, anarşistler ne egoist ne de alturistdirler [digerkâm]; sadece insandırlar.

Kropotkin'in belirttiği üzere, hem"egoizm", hem de "alturizm"in kökleri aynı güdüdür [motive, saik] --"bu iki eylemin insanlık üzerinddeki sonuçları her ne ölçüde farklı olursa olsun, güdüsü aynıdır. Bu [güdü] haz arayışıdır" (Op.Cit., s. 85).

Anarşistlere göre, bir insanın etik duyuları kendisi tarafından geliştirilmeli; toplumsal gruplaşmanın bir parçası olarak, topluluğun bir parçası olarak, bireyin zihinsel yetilerini tam [anlamıyla] kullanmasını gerektirir. Kapitalizm ve diğer otorite biçimleri, bireyin hayal gücünü zayıflatıp, topluluğu sekteye uğratırken aynı zamanda [bireylerin] hiyerarşinin ölümcül ağırlığı altında kendi mantıklarını kullanmasına yarayacak çıkış noktalarının sayısını azaltması; kapitalizmdeki yaşamın, diğerlerine karşı katı bir saygısızlık ve etik davranışlardan yoksunlukla damgalanması hiç de şaşırtıcı değildir.

Bu unsurlara eşlik eden [bir diğer unsur da] toplum içindeki eşitsizliğin oynadığı roldür. Eşitlik olmadan gerçek bir etik olamaz, çünkü "Adalet Eşitlik demektir ... ancak diğerlerini kendilere eşit görenler kural[lar]a uyacaklardır: 'Başkalarının sana yapmasını istemediği şeyleri onlara yapma'. Açıktır ki bir serf-sahibi veya köle tüccarı, ... serfler (veya köleler) söz konusu olduğunda, (insanları araç olarak değil de, kendi başlarına amaç olarak ele alma) 'kategorik zorunluluğunu' fark edemez, çünkü onlara eşitler olarak bakmaz". Bu nedenle, "günümüz toplumunda belli bir ahlak düzeyini korumanın önündeki en büyük engel toplumsal eşitliğin yokluğunda yatar. Gerçek eşitlik olmadan, adalet duygusu asla evrensel olarak gelişemez, çünkü 'Adalet, Eşitliğin kabul edilmesi demektir' " (Peter Kropotkin, Evrim ve Çevre, s. 88 ve s. 79).

Kapitalist [toplum], aynen herhangi bir toplum gibi, hak ettiği etik davranışa maruz kalır.

Ahlaki görecelik ve ahlaki mutlaklık arasında gidip gelen bir toplumda egoizmin, egotizm ile karıştırılması pek şaşırtıcı olmaz. Bireyleri kendi etik fikirlerini geliştirmekten alıkoyarak ve bunun yerine dışsal bir otoriteye körü körüne itaat etmeyi (ve böylece de, bir kez bireylerin o otoritenin gücünden yoksun olduklarını düşünmeleri sonucunda ahlaki göreceliği) teşvik ederek; kapitalist toplum bireyselliğin ve egonun zayıflamasını sağlar. Erich Fromm'un belirttiği gibi:

"Modern kültürün başarısızlığı bireysellik ilkesinde yatmaz, ahlaki faziletin kişisel çıkarını gütmekle aynı olduğu fikrinde de yatmaz, ancak kişisel çıkarın anlamının bozulmasında yatar; aslında insanların kendi kişisel çıkarlarıyla çok fazla ilgili olmalarından ötürü değil, kendi gerçek özleri [self] ile yeterince ilgili olmamalarından ötürü; aslında çok fazla bencil olmalarından ötürü değil, ancak kendilerini sevmemelerinden ötürü" (Kendisi İçin İnsan, s. 139).
O nedenle, katı bir şekilde ifade etmek gerekirse, anarşizm egoistik bir referans çerçevesine dayanır --etik fikirler, tam [whole, eksiksiz] bir birey olarak (hem rasyonel ve duygusal, hem de mantık ve empati [bağlamında]) bize haz veren şeylerin ifadesi olmalıdır. Bu ise, anarşistleri, egoizm ve alturizm arasında yapılagelen hatalı bölünmeyi reddetmeye, birçok insanın (örneğin kapitalistlerin) "egoizm" olarak adlandırdığı şeyin bireyin kendini-yadsımasına [self-negation] ve bireyin kişisel çıkarının azalmasına neden olduğunu fark etmeye sevk eder. Kropotkin'in söylediği gibi:
"Hayvan ve insan toplumlarında gelişen ahlak; eğer dar bir egoizmin kışkırtılmasına ve insan toplumunun alturizmin gelişme ruhuna [uygun şekilde] büyütülmesine karşı çıkmak için çabalamıyorduysa, o zaman ne için çabalıyordu? Aslında 'egoizm' ve 'alturizm' ifadelerinin bizzat kendileri hatalıdır, çünkü kişisel hazzın --ve neticede [keza] egoizmin-- karışmadığı saf bir alturizm olamaz. Bu nedenle, etiğin toplumsal alışkanlıkları [adet] geliştirmeyi ve dar kişisel alışkınlıkları zayıflatmayı amaçladığını söylemek doğruya daha yakın olacaktır. Ortaklaşa çalışma alışkanlıklarının ve genel olarak karşılıklı yardımlaşmanın gelişmesi, toplum içerisinde olduğu kadar aile içerisinde de bir dizi faydalı sonuca yol açarken, [dar kişisel alışkanlıklar] bireyin kendisine olan bakışı vasıtasıyla toplumu gözden kaybetmesine [neden olur] ve bu nedenle de [bireyler] hedeflerine (yani bireyin refahı) ulaşmakta bile başarısız olurlar" (Etik, s. 307-8).
Bu nedenlerle anarşizm, ahlaki mutlakçılığın (yani, "Tanrı Yasası", "Doğal Yasa", "İnsan Doğası", "A, A'dır" vb.) ve ahlaki göreceliğin kolayca meylettiği dar egoizmin reddedilmesine dayanır. Anarşistler, bunun yerine, bireyin kendi eylemlerini değerlendirmesinin dışında var olan doğru ve yanlış kavramlarının var olduğunu kabul ederler.

Bunun sebebi insanlığın toplumsal doğasıdır. Bireyler arasındaki etkileşim Kropotkin tarafından şöyle özetlenen bir toplumsal düsturu ortaya çıkarır:"Bu toplum için faydalı mıdır? O zaman iyidir. Zararlı mı? Öyleyse kötüdür". Ancak, insanoğullarının doğru ve yanlış olduğunu düşündüğü şeyler değişmez şeyler değildir ve "neyin faydalı veya zararlı olduğu fikri ... değişir, ancak esası aynı kalır" ("Anarşist Ahlak", Op.Cit., s. 91 ve s. 92).

Eleştirel bir zekâya dayanan bu empati duyusu, toplumsal etiğin ana temelidir --'ne olmalı', nesnel 'nedir' [sorusunun] doğruluğunun veya geçerliliğinin etik kriteri olarak görülebilir. Yani anarşistler etiğin köklerinin doğada olduğunu kabul ederken, aynı zamanda da etiğin temelde bir insani [beşeri] düşünce --bireyler tarafından meydana getirilen  ve toplumsal yaşam ile topluluk tarafından genelleştirilen; yaşamın, düşüncenin ve evrimin ürünü olan [bir düşünce]-- olduğunu göz önünde bulundururlar.

Peki, anarşistlere göre etik olmayan davranış nedir? Esasen tarihteki en değerli kazanımı (bireyin özgürlüğünü, biricikliğini [uniqueness] ve saygınlığını) reddeden her şey.

Bireyler hangi eylemlerin etik olmadığını görebilirler, çünkü empati sayesinde kendilerini bu davranışdan zarar görenlerin yerine koyabilirler. Bireyselliği sınırlayan eylemler birbiriyle ilişkili olan iki sebepten ötürü etik dışı olarak değerlendirilebilir.

Birincisi, bireyselliğin korunması ve geliştirilmesi her bireyin yaşamını zenginleştirir ve ortaya çıkardığı çeşitlilik sayesinde tüm bireylere haz verir. Etiğin bu egoist temeli, bir diğer (toplumsal) sebebi kuvvetlendirir; yani topluluğu ve toplumsal yaşamı zenginleştirdiği için, onu [topluluk yaşamını] kuvvetlendirdiği, onun büyümesine ve evrilmesine imkan tanıdığı için bireyselliğin toplum için iyi olmasını. Bakunin'in sürekli söylediği üzere, ilerleme "basitten karmaşığa" doğru bir hareketin izini taşır; ya da Herbert Read'ın sözleriyle, [ilerleme] "toplum içindeki farklılaşmanın derecesi ile ölçülür. Eğer birey, devasa bir yığının içinde bir birim ise, onun yaşamı sınırlı, boş ve mekanik olacaktır. Eğer birey --ayrı [müstakil] eylem için mekanı ve potansiyeli olan-- kendi başına bir birimse ... o zaman [birey] gelişebilir --kelimenin yegâne gerçek anlamında gelişir; [yani] kuvvet, canlılık ve hazzın bilincinde [olarak] gelişir" ("Anarşizmin Felsefesi", Anarşi ve Düzen'de, s. 37).

Bireyselliğin bu savunusu doğadan öğrenilmiştir. Ekosistemde çeşitlilik kuvvettir ve bu nedenle de biyo-çeşitlilik etik anlayışın ana kaynağı haline gelir. En temel biçimiyle, "hangi eylemlerimizin doğal evrimin etkisine katkıda bulunduğunu ve hangilerinin ise engellediğini ayırt etmekte yardımcı olmakta" bize kılavuzluk eder (Murray Bookchin, Özgürlüğün Ekolojisi, s. 342).

Bundan dolayı, etik kavramı "insan mantığının en temel yargılarından birisini oluşturan, tüm hayvan dünyası ve aşitlik görüşlerinde içkin olan toplumsallık duygusunda [feeling of sociality] yatar. Bu nedenle anarşistler, "iki yönlü --bir yandan toplumsallığın daha fazla gelişmesi doğrultusunda olan; ve öte yandan ise neticesinde bireyler için mutluluk artışı ve (fiziki, entelektüel ve ahlaki) ilerleme ortaya çıkaran yaşamın yoğunluğundaki artış doğrultusunda olan-- eğilimin kalıcı varlığını benimserler" (Kropotkin, Etik, s. 311-2 ve s. 19-20).

Anarşistlerin otoriteye, devlete, kapitalizme, özel mülkiyete ve benzeri şeyler karşısındaki tavırları, bireylerin özgürlüğünün asli [birincil] ilgi [kaynağı] olduğu, karşımızdakilerin empati kurabilme ve diğerlerinde kendimizi görme yetimiz (diğer bir deyişle, bizim temel eşitlik ve ortak bireyselliğimiz) şeklindeki etik inançlarımızdan kaynaklanır.

Dolayısıyla anarşizm, bireylerin verili koşul ve faaliyetler kümesi hakkındaki sübjektif [öznel] değerlendirmeleriyle, eşitler arasındaki empatik sınırlar ve tartışmalar temelinde bu değerlendirmelerden objektif [nesnel] kişilerarası sonuçları çıkarılmasını birleştirir. Anarşizm etik fikirlere karşı, toplumla ve bireysel gelişmeyle birlikte evrilen, insancıl bir yaklaşıma dayanır. Yani etik bir toplum, "deneyim ve fenomenin [görüngünün] birliğini zenginleştiren unsurlar olarak, insanlar arasındaki farklılıklara saygı gösterilen, daha doğrusu [onları] besleyen [bir toplumdur] ... bir bütünün birer parçası olarak görülen {farklı olan}, karmaşıklığı nedeniyle daha da zenginleştiricidir" (Murray Bookchin, Kıtlık Ötesi Anarşizm, s. 82).


A 2.20 NEDEN ANARŞİSTLERİN ÇOĞU ATEİSTTİR?

Anarşistlerin çoğunun ateist [tanrıtanımaz] olduğu bir olgudur. Tanrı fikrini reddeder ve tüm din biçimlerine, özellikle de örgütlü dine, karşı çıkarlar. Bugün, laikleşmiş batı Avrupa ülkelerinde, din bir zamanlar sahip olduğu hakim konumu kaybetmiştir. Bu genellikle anarşizmin militan ateizmini garip gözüken bir şey haline getirir. Ancak, dinin olumsuz rolü anlaşıldığında, liberter ateizmin önemi de açıklığa kavuşacaktır. Anarşistlerin din fikrini çürütmenin yanı sıra ona karşı propaganda yapmak için bu kadar zaman harcaması din ve din kurumlarının rolü nedeniyledir.

Peki neden pek çok anarşist ateizmi kabullenmektedir? Bunun en basit yanıtı, çoğu anarşistin bunu anarşist fikirlerin mantıksal bir uzantısı olarak görmeleri sebebiyle ateist olduğudur. Eğer anarşizm gayri meşru otoritelerin reddedilmesiyse, o halde sözde En Büyük Otorite, Tanrı'nın reddedilmesidir de. Anarşizm dini düşünceye değil, mantık, idrak ve bilimsel düşünceye dayanır. Anarşistler inanan değil, şüpheci olma eğilimindedir. Çoğu anarşist Kilise'nin ikiyüzlülüğe bulanmış olduğunu, İncil'in çelişkiler, saçmalıklar ve korkutucu şeylerle dolu bir kurmaca eser olduğunu düşünür. Kadınları aşağılamasıyla kötü bir ün salmış, cinsiyetçiliği rezilcedir. Erkeklere biraz daha iyi davranılır. İnsanoğullarının özünde yaşama, hürriyet, mutluluk, saygınlık, adalet veya özyönetim haklarına sahip olduğundan incilin hiçbir yerinde bahsedilmez. İncilde, insanlar günahkar, aşağılık ve köledir (mecazi olduğu gibi, köleliğe göz yumduğu için fiili olarak da). Tanrı her türlü hakka sahiptir, insanlar ise hiçbir [hakka sahip değildir].

Dinin mizacı veriliyken bu şaşırtıcı olmaz. Bunu en iyi Bakunin ortaya koyar:

"Tanrı fikri insan mantığı ve adaletten feragat etme demektir; insan hürriyetinin en kesin yadsımasıdır ve kaçınılmaz olarak insanlığın hem kuramsal olarak hem de uygulamada köleleştirilmesine neden olur

O halde eğer insanlığın köleleşmesini ve aşağılanmasını arzulamıyorsak ... ne teolojinin Tanrı'sına ne de metafiziğin Tanrı'sına en ufak bir imtiyaz dahi veremeyiz, vermemeliyiz. Bu mistik alfabenin A'sıyla başlayan kaçınılmaz şekilde en sonunda Z'ye varacaktır; Tanrı'ya tapmak isteyen konuya ilişkin çocukça hayaller beslememeli, cesurca kendi hürriyetinden ve insanlığından vazgeçmelidir.

Eğer Tanrı [ordaysa], insan köleyse; şimdi, insan özgür olabilir ve olmalıdır; o halde, Tanrı yoktur" (Tanrı ve Devlet, s. 25).

Bu nedenle, çoğu anarşiste göre ateizm dinin mizacından ötürü gereklidir. "İnsanlıktaki tüm görkemli, adil, asil ve güzel şeyleri ilahi [tanrısal] ilan etmek" diyordu Bakunin, "üstü kapalı olarak insanlığın kendisinin bunu üretemeyeceğini --yani, kendi başına bırakılırsa, doğasının çok kötü, günahkar, aşağılık ve çirkin olduğunu-- kabul etmek demektir. Böylece, tüm dinlerin özüne --diğer bir deyişle, tanrısallığın büyük şanı için insanlığın aşağılanmasına-- geri dönmüş oluruz". Dolayısıyla, anarşistler, insanlığımıza ve ondaki potansiyele karşı adil olmak için, zararlı tanrı efsanesi ve onun içerdiği her şeyden sakınmamız gerektiğini savunurlar ve bu nedenle "insan hürriyeti, saygınlığı ve refahı" adına "cennetten çalınan iyi şeyleri geri almanın ve yeryüzüne indirmenin görevimiz olduğuna inanırız" (Op.Cit., s. 36).

Din, insanlık ve hürriyeti kuramsal olarak aşağılamasının yanı sıra, anarşist bakış açısına göre başka, daha pratiksel sorunları da içinde barındır. Birincisi, din bir eşitsizlik ve tahakküm kaynağı olagelmiştir. Örneğin Hıristiyanlık (İslam gibi), siyasal veya toplumsal bir nüfuza sahip olduğunda daima bir sindirme kuvveti olmuştur (tanrıyla doğrudan iletişiminiz olduğuna inanmak otoriter bir toplum yaratmanın en kesin yoludur). Kilise yaklaşık iki bin yıldır bir toplumsal sindirme, soykırım kuvveti, her türlü tiranın meşrulaştırılması [aracı] olmuştur. Kendisine şans verildiğinde, herhangi bir monarşi veya diktatör kadar zalimce iktidar sürmüştür. Bu şaşırtıcı değildir:

"Tanrı her şeydir, gerçek dünya ve insan hiçbir şey. Tanrı doğrudur, adalettir, iyiliktir, güzelliktir, güçtür ve yaşamdır, insan yalandır, günahtır, şeytandır, çirkinliktir, güçsüzlüktür ve ölümdür. Tanrı efendidir, insan köledir. Adaleti, doğruyu ve ebedi yaşamı kendi çabasıyla bulmaktan aciz insan bunları ancak ilahi bir vahiy yoluyla elde edebilir. Ancak, vahiyden bahsedenler, vahiycilerin, mesihlerin, peygamberlerin, papazların ve kanun yapıcıların bizzat Tanrı'nın kendisi tarafından esinlendirildiğini söyler; ve bunlar, insanlığı kurtuluş yoluna yönlendirmek için bizzat Tanrı tarafından seçilen [insanlığın] bu kutsal eğitmenleri zorunlu olarak mutlak güç kullanırlar. Tüm insanlar onlara karşı pasif ve sınırsız bir itaat göstermek zorundadır; çünkü ilahi mantığın karşısında insan mantığı yoktur ve çünkü Tanrı'nın adaleti karşısında hiçbir dünyevi adalet tutunamaz" (Bakunin, Op.Cit., s. 24).

Hıristiyanlık ancak güçsüz olduğuna hoşgörülü ve barış-taraftarı olmuştur ve bundan sonra bile güçlü olanın müdafisi olmaya devam etmiştir. Bu anarşistlerin kiliseye karşı çıkmasının ikinci sebebidir, çünkü kilise bir tahakküm kaynağı değilken bile bunu meşrulaştırır ve devamını sağlar. Dünyevi otoritelerin yönetimlerini kutsayarak ve işçi sınıfına bu otoritelere karşı mücadele etmenin yanlış olduğunu öğreterek, işçi sınıfını kuşaklar boyunca zincire vurulu tutmuştur. Dünyevi yöneticiler, ister siyasi (yöneticilerin tanrı'nın arzusuyla iktidarda olduğunu iddia ederek) olsun isterse ekonomik (tanrı tarafından ödüllendirilen zenginler) meşruiyetlerini ilahi tanrıdan [the heavenly lord, göklerin efendisi] sağladılar. İncil itaat etmeyi över, büyük bir erdem mertebesine yüceltir. Protestan çalışma etiği gibi daha yenice icatlar çalışan insanların kontrol altına alınmasına katkıda bulunur.

Dinin güçlü olanların çıkarları için kullanıldığı tarihden de çabucak görülebilir. Ezilenleri sabrederek cennetteki mükafatlarını beklemeye sevk ederek, ezilenleri yaşamdaki yerlerini tevazuyla kabul etmeye koşullandırır. Emma Goldman'ın söylediği üzere, Hıristiyanlık (genel olarak din gibi) "otorite ve zenginlik rejimine karşı tehlikeli hiçbir şeyi içermez; kendi kendini reddetmenin ve kendi kendini sınırlamanın [self-abnegation], günah çıkarmanın ve pişman olmanın savunuculuğunu yapar; ve insanlığa dayatılan her türlü hakaret, her türlü haksızlık karşısında tamamen sessizdir" (Kızıl Emma Konuşuyor, s. 234).

Üçüncüsü, din daima toplum içerisinde muhafazakar bir kuvvet olmuştur. Gerçek dünyanın sorgulanması ve analizine değil de yukarıdan eline verilmiş ve birkaç kutsal kitapta toplanmış doğruları tekrar etmesine dayandığından ötürü bu şaşırtıcı olmaz. Öyleyse, ateizm "kanıtlamanın bilimi"yken, tanrıcılık [theism] ise "spekülasyonun kuramı"dır. "Birisi ayaklarını yere basarken, ötekisi ise Öte'nin [Beyond] metafiziksel bulutlarına asılı kalır. Eğer insan gerçekten de kurtulacaksa, kurtarması gereken cennet değil yeryüzüdür". Öyleyse, tanrıcılık "durağan ve sabit"ken, ateizm ise "insan aklının genişlemesi ve büyümesini ifade eder". "Ateizmin tüm gücüyle savaştığı şey tanrıcılığın mutlakçılığıdır, onun insanlık üzerindeki öldürücü etkisidir, onun düşünce ve eylem üzerindeki felç edici etkisidir" (Emma Goldman, Op.Cit., s. 243, s. 245 ve s. 246-7).

İncil'in dediği gibi "Onları meyveleriyle biliniz". Biz anarşistler buna katılıyoruz, ancak biz bu gerçeği kilisenin aksine dini de uygulamak istiyoruz. Esasen işte bu sebepten ötürü ateistiz. Kilise'nin oynadığı yıkıcı rolün ve örgütlü tek tanrıcılığın --özellikle de Hristiyanlığın-- insannlar üzerindeki zararlı etkilerini farkındayız. Goldman'ın özetlediği gibi, din "cehaletin mantığa karşı, karanlığın ışığa karşı, boyun eğme ile köleliğin bağımsızlık ile özgürlüğe; kuvvet ve güzelliğin inkarının yaşamın zevk ve haşmetinin onaylanmasına karşı komplosudur" (Op.Cit., s. 240).

Böylece, Kilise'nin meyveleri ortadayken, anarşistler bunu kökünden söküp atmanın ve yeni ağaçlar, mantık ve hürriyet ağaçlarını dikmenin zamanının geldiğini savunurlar.

Anarşistler, bunu söylerken,  dinin önemli etik değerler ve doğrular içerdiğini inkar etmezler. Dahası, dinler güçlü ve sevgi dolu topluluk ve gruplar için bir temel olabilirler. Günlük yaşamın yabancılaşması ve bastırılması karşısında bir sığınak sunabilir, her şeyin satılık olduğu bir dünyada bir eylem kılavuzu sağlayabilirler. Örneğin İsa'nın ya da Buddha'nın hayatının birçok yönü ve öğretileri esinlendirici ve takip etmeye değerdir. Eğer böyle olmamış olsaydı, eğer dinler yalnızca güçlü olanların bir aracı olsaydılar, bundan çok önce reddedilmiş olurlardı. Aksine, hem iyi bir yaşam sürmek için gerekli fikirleri hem de iktidar müdafilerini içeren ikili bir doğaya sahiptirler. Eğer öyle olmasaydılar, tahakküm altındakiler inanmayacaklardı ve güçlü olanlar da onları tehlikeli din karşıtları olarak bastırırlardı.

Aslında, sindirme radikal bir mesajı vaaz eden herhangi bir grubun kaderi olmuştur. Orta çağda, sayısız devrimci Hıristiyan hareketi ve mezhebi anaakım kilisenin desteğiyle dünyevi güçler tarafından ezilmiştir. İspanyol İç Savaşı sırasında, cumhuriyet destekçilerin Franco yanlısı rahipleri öldürmesini kınarken, demokratik bir şekilde seçilmiş hükümeti destekleyen Bask papazlarının Franca tarafından katledilmesi karşısında sessiz kalan Katolik kilisesi Franco'nun faşistlerini destekledi (Papa II. John Paul ölen Franco yanlısı papazları aziz ilan etmekle uğraşırken, Cumhuriyet yanlısı papazlardan tek kelime dahi bahsetmemektedir). El Salvador Başpiskoposu Oscar Arnulfo Romero bir muhafazakardı, ancak siyasi ve ekonomik güçlerin halkı nasıl sömürdüklerini gördükten sonra onların önde gelen sözcüsü haline gelmişti. Bu nedenle 1980'de sağ-kanat paramiliterin düzenlediği bir suikaste kurban gitti; birçok liberter teoloji (sosyalist fikirlerle Hıristiyan toplumsal düüncesini uzlaştırmaya çalışan, İncil'lerin radikal bir yorumu) taraftarının başına gelen bir kader.

Keza, anarşistlerin dine karşı konumu, dini insanların toplumu iyileştirmek için verilen toplumsal mücadelelere katılmayacağını ima eder. Kilise hiyerarşisinin üyeleri dahil olmak üzere dini insanlar ABD'deki 1960'ların sivil haklar hareketi içerisinde anahtar bir rol üstlendiler. Meksika devrimi sırasında Zapata köylü ordusu içerisindeki dini inanç anarşistlerin katılımını engellemedi (aslında, anarşist militan Ricardo Flores Magon'un fikirlerinden halihazırda oldukça etkilenmişti). Dünyevi adaletsizlikle savaşmak için imanlarının iyi yönlerini korumayı amaçlayan çoğu halk hareketi ve ayaklanmasının (özellikle köylülerce yapılanların) dinin retoriğini kullanmış olmasını dinin ikili doğası açıklar. Anarşistlere göre, önemli olan bir kimsenin tanrıya inanıp inanmaması değil, adaletsizliğe karşı savaşmaya istekli olup olmamasıdır. Bizler sadece dinin toplumsal rolünün isyanı cesaretlendirmek değil zayıflatmak olduğunu düşünüyoruz. Az sayıdaki radikal rahibin anaakım veya sağdaki rahipler[in sayısıyal] karşılaştırılması analizimizin geçerliliğini destekler.

Anarşistlerin baskın şekilde Kilise ve yerleşik din fikrine düşmanca yaklaşırken, kendi başlarına veya grup halinde dini inancını uygulayan insanlara --bu uygulama diğerlerinin hürriyetini etkilemediği müddetçe-- karşı çıkmadıkları vurgulanmalıdır. Örneğin, insan kurban edilmesini veya köleliği gerektiren bir kült anarşist fikirlere karşıt olur ve bunlara karşı çıkılır. Ancak, barışçıl inanç sistemleri anarşist toplumda uyum içerisinde var olabilir. Anarşist görüş her şeyden önce dinin kişisel bir konu olduğu şeklindedir --eğer insanlar bir şeylere inanmak istiyorlarsa, bu onların meselesidir ve fikirlerini başkalarına dayatmadıkları müddetçe başka hiç kimseyi ilgilendirmez. Bizim tüm yapabileceğimiz onların fikirlerini tartışmak ve hataları konusunda onları ikna etmektir.

Sonuç olarak, bizim ateizmin anarşist olmak için zorunlu bir şey olduğunu söylemediğimize dikkat edilmeli. Tam tersine. Kısım A.03.7'de tartıştığımız üzere, tanrıya veya bir tür dine inanan anarşistler de vardır. Örneğin, Tolstoy liberter fikirlerle samimi Hıristiyan inancını biraraya getirmiştir. Onun fikirleri, Proudhon'unkilerle birlikte, 1933'de anarşist Dorothy Day ve Peter Maurin tarafından kurulan ve bugün hâlâ faal olan Katolik İşçi örgütünü etkilemiştir. Bugünkü küreselleşme karşıtı hareket içerisinde faal olan anarşist aktivist Starhawk'ın önde gelen bir Pagan olmakla herhangi bir sorunu yoktur. Ancak, çoğu anarşiste göre, Emma Goldman'ın ifade ettiği gibi "tanrıları yadsıması aynı zamanda insanın ve insan sayesinde de yaşasın yaşam, amaç ve güzellik'in en güçlü olumlaması" olduğu için, bu fikirler onları mantıksal olarak ateizme götürür (Kızıl Emma Konuşuyor, s. 248).

Son Güncelleme: 12 Ağustos 2005.

ÇEVİRİ: Anarşist Bakış


Kaynak:"A.2 What does anarchism stand for?"

Anarşist Yazın Ana Sayfa --->
1