A.05.1 Paris
Komünü A.05.2 Haymarket Şehitleri A.05.3 Sendikalist Sendikaların Kurulması A.05.4 Rus Devriminde Anarşistler A.05.5 İtalyan Fabrika İşgallerinde Anarşistler A.05.6 Anarşizm ve İspanyol Devrimi A.05.7 Fransa'da 1968 Mayıs-Haziran İsyanı |
|
Anarşizm, her şeyden öte, son iki yüzyıl içinde dünyayı değiştiren milyonlarca devrimcinin çabaları hakkındadır. Biz burada, tümünün tamamen anti-kapitalist bir doğaya sahip olduğu bu hareketin bazı en önemli noktalarını tartışacağız.
Anarşizm yalnızca mevcut sistemin içindeki anarşistçe eğilimlerin büyüyüp gelişmesini teşvik ederek, onu daha az gaddar bir hale getirmekle değil, dünyayı temelli değiştirmekle ilgilidir; Tamamen anarşist olan bir devrim henüz gerçekleşmemiş olsa da, son derece anarşist karaktere ve bir katılım düzeyine sahip olan çok sayıda [devrim] yaşanmıştır. Ve bunların tümü de yıkılmış olmakla beraber; her durumda [bu yıkım] anarşizme özgü içsel bir sorundan dolayı değil, (ya Komünistlerce ya da Kapitalistlerce desteklenerek) karşılarına çıkarılan dış güçlerin eliyle olmuştur. Çok kuvvetli bir kuvvetin karşısında varolmakta başarısız olmalarına rağmen; bu devrimler, hem anarşistler için bir esin kaynağı, hem de anarşizmin yaşayabilir bir toplumsal kuram olduğunun ve büyük ölçekte uygulanabileceğinin kanıtı olmuştur.
Bu devrimlerin paylaştıkları şey, Proudhon'un ifadesi ile "aşağıdan devrim" olmalarıdır --bunlar "kolektif eylemliliğin, halkın kendiliğindenliğinin" örnekleriydi. Özgür bir toplumu yaratabilecek olan yegâne şey, toplumun ezilenlerin kendi eylemleriyle aşağıdan yukarıya dönüştürülmesidir. Proudhon'un sorduğu üzere, "hangi ciddi ve kalıcı bir devrim aşağıdan, halk tarafından yapılmamıştır?". Bu nedenle anarşist, "aşağıdan devrimi savunan birisidir". Bu suretle, bu kısımda tartışacağımız toplumsal devrimler ve kitle hareketleri, halkın öz-etkinliğinin [self-activity, kendinden faaliyetinin] ve öz-kurtuluşunun [self-liberation, --bir başka iktidar odağına, örn. devlet aracılığına dayanmaksızın kendini özgürleştirmesinin] örneklerini oluşturur (Proudhon'un 1848'de ifade ettiği üzere, "proletarya kendi kendini özgürleştirmelidir") (George Woodcock'un alıntısı, Pierre-Joseph Proudhon: Biography [Pierre-Joseph Proudhon: Biyografi], s. 143 ve s. 125). Tüm anarşistler, Proudhon'un aşağıdan bir devrimci değişim, yeni toplumun ezilenlerin kendi eylemleriyle yaratılması fikirlerini tekrar ederler. Örneğin Bakunin şöyle der: anarşistler, "tüm Devlet örgütlerinin düşmanı olmak sıfatıyla, ... insanların ancak herhangi bir vasinin gözetimi olmadan, kendi özerk ve tamamen özgür birlikleri aracılığıyla aşağıdan örgütlendikleri zaman, mutlu ve özgür olarak yaşayabileceklerine inanırlar; [ve] bu kendi yaşamını yaratacaktır" (Marxism, Freedom and the State [Marksizm, Özgürlük ve Devlet], s. 63). Anarşistlerin toplumsal devrimden ne anladıklarını ve bunun neleri içerdiğini Kısım J.07'de tartışacağız.
Bu
devrimlerin ve devrimci hareketlerin çoğu anarşist olmayanlarca görece
bilinmemektedir. Rus devrimini çoğu kimse duymuştur, ancak
Bolşeviklerin iktidarı ele geçirmesinden önce onun hayat kaynağı olan
halk hareketlerini veya anarşistlerin burada oynadığı rolü pek az kimse
bilir. Paris Komünü, İtalyan fabrika işgalleri veya İspanyol
kolektiflerini pek az kişi duymuştur. Bu şaşırtıcı değildir, çünkü
Herbert Read'in belirttiği gibi tarih "iki
türlüdür --alenen gerçekleşen, gazetelerin manşetlerini süsleyen ve
resmi kayıtlarda belirtilen olayların kaydı-- buna yerüstü tarih
diyebiliriz", ancak "aynı
zamanda gerçekleşen, bu alenen gerçekleşen olayları hazırlayan, onları
önceleyen [olaylar] başka türlü bir tarihtir, resmi kayıtlarda yer
almayan, görünmez bir yeraltı tarihi" (William R. McKercher'in
alıntısı, Freedom and Authority
[Özgürlük ve Otorite], s. 155). Halk hareketleri ve ayaklanmalar,
neredeyse tanımsal olarak "yealtı
tarihi"nin bir parçası, --şöhretleri çoğunluğu ezmelerinin ürünü
olan kralların, kraliçelerin, politikacıların ve servet sahiplerinin
anlatısı [olan]-- elit tarih lehine gözardı
edilen bir toplumsal tarihdir.
Yani, bizim
"eylemde anarşi" örneklerimiz Rus anarşisti Voline'ın "Bilinmeyen Devrim" dediği şeyin bir
parçasıdır. Voline, bu ifadeyi kendisinin aktif bir katılımcısı olduğu
Rus devrimine ilişkin klasik anlatısının başlığı olarak kullanmıştı.
Halın nadiren bilinen bağımsız, yaratıcı hareketlerine gönderme yapmak
için kullanmıştı bunu. Voline'ın ifadesiyle, "bir devrimin nasıl incelenmesi gerektiği
bilinmiyor" ve çoğu tarihçi "devrimin
derinliklerinde sessizce gerçekleşmekte olan gelişmelere güvenmiyor ve
gözardı ediyor ... bunlara en fazlasından geçerken şöyle bir
değiniyorlar ... {Ancak} önemli olan, ve incelenen olaylara ve döneme
doğru bir ışık tutacak olan şeyler de aslında bu gizli olgulardır"
(The Unknown Revolution
[Bilinmeyen Devrim], s. 19). Aşağıdan bir devrime dayanan anarşizm
geçmiş yüzyıllardaki hem "yeraltı tarihi"ne
hem de "bilinmeyen
devrim"e önemli ölçüde katkıda bulunmuştur; SSS'ın bu kısmı onun
başarılarına bir nebze ışık tutacaktır.
Bu örneklerin geniş-ölçekli toplumsal deneyler olduğunu ve günlük yaşamda --kapitalizmdeki [günlük yaşamda] bile-- var olan anarşist uygulamaları ihmal etmediğimizi belirtmek önemlidir. Hem Peter Kropotkin (Mutual Aid'de [Karşılıklı Yardımlaşma]) ve Colin Ward (Anarchy in Action'da [Eylemde Anarşi]), genellikle anarşizmden habersiz olan sıradan insanların kendi ortak çıkarlarını sağlamak üzere, eşitler olarak birçok şekilde birlikte çalıştıklarını ortaya koymuştur. Colin Ward'ın ifade ettiği gibi, "anarşist bir toplum, [yani] kendisini otorite olmadan örgütleyen bir toplum; aynen karın altına gömülmüş bir tohum gibi, devlet ve onun bürokrasisinin, kapitalizm ve onun israfının, ayrıcalık ve onun adaletsizliklerin, milliyetçiliğin ve onun intihar niteliğindeki bağlılıklarının, dini farklılıklar ve onların boş inançlar[-a dayanan] ayrılıklarının ağırlığı altında gömülü olarak daima var olmuştur" (Eylemde Anarşi, s. 14).
Anarşizm yanlızca gelecekteki topluma ilişkin değildir, aynı zamanda bugün olmakta olan toplumsal mücadeleye ilişkindir. Bir durum değil, kendi öz-etkinliğimiz ve öz-kurtuluşumuzla yarattığımız bir süreçtir.
Ancak, 1960'lara gelindiğinde, pek çok yorumcu anarşizmden geçmişe ait bir şeymişçesine bahsetmekteydi. Avrupa anarşist hareketlerini savaş öncesi ve sırasındaki yıllarda sadece faşizm bitirmemişti; dahası bu hareketlerin savaş sonrası dönemde tekrar canlanması bir yandan kapitalist Batı'da, öte yandan Leninist Doğu'da engellenmişti. Aynı dönem boyunca, anarşizm ABD'de, Latin Amerika'da, Çin'de, (Kore Savaşı'ndan önce anarşist bir içeriğe sahip olan toplumsal devrimin bastırıldığı) Kore'de ve Japonya'da da bastırılmıştı. En kötü baskılardan sakınabilen bir iki ülkede bile, Soğuk Savaş ve uluslararası izolasyon birleşimi, İsveç SAC sendikası gibi liberter sendikaların reformist olmasına tanıklık etti.
Ancak 60'lar yeni bir mücadelenin [yükseldiği], ve tüm dünyada 'Yeni Sol' fikirlerini oluşturmak üzere diğer yerlere olduğu kadar anarşizme de baktığı bir on yıl oldu. Fransa'daki kitlesel Mayıs 1968 patlamasının önde gelen şahsiyetlerinden çoğu kendisini anarşist olarak nitelendiriyordu. Bu hareketler yozlaşsalar da, bu [hareketlerden] gelenler fikri canlı tuttular ve yeni hareketler oluşturdular. 1975'de Franco'nun ölmesi, CNT'nin ilk Franco sonrası gösterisine 500.000 kişinin katılmasıyla, İspanya'da anarşizmin muazzam bir yeniden doğuşuna tanıklık etti. 70'lerin sonları ve 80'lerde, bazı Güney Amerika ülkelerinde sınırlı demokrasiye geri dönülmesi, oralarda da anarşizmin büyümesine tanıklık etti. Nihayet, 80'lerin sonlarında, 1928'den sonraki ilk protesto yürüyüşünü 1987'de Moskova'da gerçekleştiren anarşistler, Leninist SSCB'ne ilk darbeyi indirenler oldular.
Bugün hâlâ zayıf olsa da, anarşist hareket pek çok ülkedeki onbinlerce devrimciyi örgütlemekte. Aralarında 250.000 kadar kişiyi örgütleyenlerin de yer aldığı İspanya, İsveç ve İtalya'da liberter sendikalar bulunmakta. Diğer Avrupa ülkelerinin çoğu binlerce faal anarşiste sahip. Aralarında Nijerya ve Türkiye'nin de bulunduğu diğer bazı ülkelerde anarşist gruplar ilk defa ortaya çıkmaya başladılar. Hareket Güney Amerika'da muazzam bir şekilde yeniden canlandı. Venezuellalı anarşist grup Corrio A tarafından dağıtılan iletişim adresleri broşürü, her ülkede 100'den fazla örgütün adından bahsediyor.
Belki de yeniden canlanış en yavaş Kuzey Amerika'da gerçekleşiyor, ancak orada da yine liberter örgütler önemli bir büyüme geçiriyor gözüküyorlar. Ve bu büyüme hızlandıkça, eylemde anarşinin daha fazla örneği yaratılacak ve giderek daha çok insan anarşist örgütlerde ve eylemlerde yer alacak; SSS'ın bu kısmının önemini giderek azaltacaklar.
Ancak, aldatıcı "ütopyacılık" suçlamalarından kaçınmak üzere, anarşizmin büyük ölçekteki kitlesel örneklerini aydınlatmak önemlidir. Tarih kazananlar tarafından yazıldığı için, [bahsedilecek] bu eylemde anarşi örnekleri karmaşık kitapların içinde görünürden uzakta saklıdırlar. Okullarda ve üniversitelerde nadiren bahsedilirler (bahsedilseler bile çarpıtılırlar). Söylemek gereksiz, verdiğimiz az sayıdaki örnek sadece birkaç tane.
Anarşizm çoğu ülkede uzun bir geçmişe sahiptir, ve her örneği belgelemeye girişemeyiz; sadece önemli gördüklerimizi ele alacağız. Eğer örnekler Avrupa-merkezci gözüküyorsa, üzgünüz. Yer ve zaman kısıtları nedenleriyle, Britanya'daki sendikalist devrimi (1910'dan 1914'e kadar) ve işyeri temsilcileri hareketini (1917-21), Almanya (1919-21), Portekiz (1974), Meksika devrimlerini, Küba devrimindeki anarşistleri, İkinci Dünya Savaşı sırasında ve ertesinde Kore'de Japon (sonra ise ABD ve Rus) emperyalizmine karşı yürütülen mücadeleyi, Macaristan'ı (1956), 1960'ların sonlarındaki "çalışmayı reddetme" ayaklanmasını (özellikle 1969'da İtalya'daki "sıcak Sonbahar"ı), Birleşik Krallık madenciler grevini (1984-85), Britanya'da Kafa Vergisi'ne karşı verilen mücadeleyi (1988-92), Fransa'daki 1986 ve 1995 grevlerini, 80 ve 90'larda İtalya'daki COBAS hareketini, 21. yüzyılın başındaki Arjantin ayaklanması sırasında kurulan halk meclisleri ile öz-yönetimli işgal edilmiş işyerlerini ve anarşist öz-yönetim [self-management] fikirlerinin (genellikle anarşistlerin asli veya "lider" bir rol üstlenmesi gerekmeden, hareketin kendi içinde gelişen fikirlerin) işin içinde olduğu sayısız diğer önemli mücadeleleri dışarda tutmak zorundaydık.
Anarşistlere
göre, sıradan insanların kendileri
için hareket etmeye başlayarak, hem kendilerini hem
de dünyayı değiştirdikleri
devrimler ve kitlesel mücadeleler, "ezilenlerin festivali"dirler.
1871 Paris Komünü, anarşist fikirlerin
ve hareketin gelişmesinde önemli bir rol oynamıştır. Bakunin'in o zaman
yorumladığı gibi,
Paris Komünü, Fransa-Prusya savaşında Fransa'nın bozguna uğramasının ardından oluşturulmuştu. Fransız hükümeti, Paris Ulusal Muhafızı'nın [National Guards] toplarının halkın eline geçmesini önlemek üzere birlikler göndermeyi denedi. "Versailles askerlerinin topları ele geçirmeye çalıştıklarını öğrenen" diye anlatıyordu katılımcılarından Louise Michel, "Montmartre'li erkek ve kadınlar sürpriz bir manevrayla Butte'nin çavresinde toplanmıştı. Butte'ye tırmanan o insanlar öleceklerini biliyorlardı, ancak bu bedeli ödemeye hazırdılar". Askerler kendilerini yuhalayan kalabalığın üzerine ateş etmeyi reddederek, silahlarını subaylarına çevirdiler. Bu Mart'ın 18'indeydi; Komün başlamıştı ve "insanlar uyandılar ... Mart'ın on sekizi kralların müttefiklerinin, veya yabancıların, veya halkın olabilirdi. Halkındı" (Red Virgin: Memoirs of Louise Michel [Kızıl Bakire: Louise Michel'in Hatıraları], s. 64).
Paris Ulusal Muhafızı'nın düzenlediği serbest seçimlerde, Paris yurttaşları Jacoben ve Cumhuriyetçi bir çoğunluktan ve (çoğunlukla Blanquist --otoriter sosyalistler-- ve anarşist Proudhon'un takipçileri [olan]) sosyalist bir azınlıktan oluşan konseyi seçti. Bu konsey Paris'in özerkliğini ilan ederek, Fransa'nın komünlerin (yani toplulukların) bir konfederasyonu olarak tekrar oluşturulması arzusunu açıkladı. Komünde, seçilmiş konsey üyeleri geri çağırılabiliyordu [recallable, azledilebilme, görevden alınabilme] ve ortalama bir ücret alıyorlardı. Ek olarak, kendilerini seçen insanlara rapor vermek zorundaydılar ve görevlerini yerine getirmedikleri takdirde seçmenler tarafından geri çağırılabiliyorlardı.
Bu gelişmenin anarşistlerin hayal gücünü neden kapsadığı açıktır --anarşist fikirle güçlü benzerlikleri vardır. Aslında, Paris Komünü örneği birçok açıdan Bakunin'in bir devrimin nasıl gerçekleşeceğine yönelik tahminlerine oldukça benzerdir --kendinin özerkliğini ilan eden, kendi kendini örgütleyen, gezegenin geri kalanına örnek olarak öncülük eden ve kendisini takip etmeye çağıran büyük bir şehir (Bakınız, "Albert Richards'a Mektup", Anarşizm Üzerine Bakunin'de). Paris Komünü yeni bir toplumun, aşağıdan örgütlenen [bir toplumun] yaratılması sürecini başlattı. Bu "politik erkin merkezsizleşmesi lehine indirilmiş bir darbe" idi (Voltairine de Cleyre, "Paris Komünü", Anarchy! An Anthology of Emma Goldman's Mother Earthly [Anarşi1 Emma Goldman'ın Mother Earthly'sinin Biyografisi], s. 67
Birçok anarşist Komünde
rol oynadı --örneğin Louise Michel, Reclus kardeşler ve
Eugene Varlin (bu
en sonuncusu [Komün'ün] ardından gelen baskılar sırasında katledildi).
İşyerlerinin kooperatifler biçiminde yeniden açılması gibi Komün
tarafından
başlatılan reformlar sözkonusu olunca, anarşistler
kendi bağıntılı
emek
[associated labour] fikirlerinin gerçekleştirilmeye
başladığını
görebiliyorlardı. Mayıs itibariyle, 43 işyeri kooperatif bir biçimde
işletilmekteydi
ve Louvre Müzesi ise işçi konseyi tarafından işletilen bir savaş
malzemeleri
[üreten] fabrika olmuştu. Proudhon'u andırır bir şekilde, Makinistler Sendikası
ve Metal İşçileri Birliği toplantısında şunlar ifade ediliyordu: "ekonomik
kurtuluşumuz, ... ancak işçi birlikleri kurulması sayesinde elde
edilebilir;
ancak [bu birliklerin kurulması] konumumuzu ücret kazananlar olmaktan
ortaklara
[associates] dönüştürebilir". Onlar, Komün Emek Örgütlenmesi
Komisyonu'na
seçilen delegelerine şu amaçları desteklemeleri yönünde talimat
vermişlerdi:
Bu yolla, Komün'de "eşitliğin boş
bir kelime olmamasını" sağlayabileceklerini umut ediyorlardı (The
Paris Commune of 1871: The View from the Left [1871
Paris Komünü: Soldan Bir Bakış], Eugene Schulkind (ed.), s. 164).
Mühendisler
Sendikası, Komünün amacının "ekonomik kurtuluş" olması
gerektiğinden
hareketle, 23 Nisan'daki oturumunda şunu vurguluyordu; Komün, "insanın
insan tarafından sömürülmesini önlemek" için "emekçileri ortak
sorumluluğa
sahip olacakları birlikler aracılığıyla örgütlemelidir" (Steward
Erwards'ın
alıntısı, The Paris Commune 1871 [1871 Paris Komünü], s.
263-64).
Öz-yönetimli
işçi birliklerinin yanı sıra, Komüncüler, Fransız devriminin doğrudan
demokratik mahalle meclislerine ("seksiyonlar")
benzer bir şekilde halk klüpleri ağında doğrudan demokrasiyi uygulamaya
geçirdiler. Klüplerden birinin gazetesi "Halkımız, kamusal toplantılar
aracılığıyla, basınınız aracılığyla kendi kendinizi yönetin"
diyordu. Komün biraraya gelen insanların bir ifadesi olarak
görülüyordu, çünkü (bir başka Klüp'ten alıntı yaparsak) "boyunduruğun ve hizmetkarlığın dehşetini
yaşayan insanların biraraya geldikleri her yerde Komünal güç her
arrondissement'e {mahalleye} aittir". Proudhon'un takipçisi ve
dostu olan sanatçi Gustave Courbet'in Paris'i "tüm toplumsal grupların kendilerini
federasyonlar olarak oluşturdukları ve kendi kaderlerinin efendisi
oldukları ... gerçek bir cennet" olduğunu söylemsinde şaşıracak
bir şey yoktur (Martin Phillip Johnson'un alıntısı, The Paradise of Association [Birlik
Cenneti], s. 5 ve s. 6).
Ayrıca, "Komün'ün Fransız Halkına Açıklaması"
birçok önemli anarşist fikri yansıtıyordu. Toplumun "politik birliği"nin, "tüm yerel inisiyatiflerin gönüllü
birliğine, tüm bireysel enerjilerin herkes için refah, hürriyet ve
güvenlik ortak
amacı üzerinde özgürce ve kendiliğinden toplanmasına"
dayandığını kabul ediyordu (Edwards'ın alıntısı, Op.Cit., s. 218). Komüncülerin
tasavvur ettiği yeni toplum, "herkesin
ayrılmaz haklarını, her Fransıza bir insan, bir yurttaş ve bir emekçi
olarak yeteneklerini tamamen ifa etme hakkını güvence altına alan,
Komün'ün mutlak otonomisi"ne dayanıyordu. "Komün'ün otonomisi, sözleşmeye bağlı olan
diğer komünlerin eş derecedeki otonomisiyle sınırlı olacaktı;
[Komünlerin] birliği Fransa'nın hürriyetini güvence altına alacaktır"
("Fransız Halkına Açıklama",
George Woodcock'un alıntısı, Pierre-Joseph
Proudhon: Biyografi, ss. 276-7). Komünler konfederasyonu vizyonuyla, Paris
Komünü'nün "Devlet'in cesurca ve
açıkça formüle edilmiş bir yadsıması" olduğunu söylerken Bakunin haklıdır (Anarşizm Üzerine Bakunin, s. 264).
Dahası, Komün'ün federasyon hakkındaki düşünceleri Proudhon'un Fransız radikal düşünceleri üzerindeki etkisini açıkça yansıtıyordu. Gerçekte, Komün'ün seçmenleri tarafından verilen zorunlu görevlerle sınırlanan ve her an geri çağırılabilen delegelerden oluşan bir federasyona dayanan komünal Fransa görüşü, Proudhon'un fikirlerini çağrıştırır (Proudhon, "bağlayıcı görevlerin yerine getirilmesi"ni 1848'de (No Goods, No Masters [Ne Tanrılar, Ne Efendiler], s. 63) ve komünlerin federasyonunu ise Federation Principle [Federasyon İlkesi] eserinde savunmuştur).
Yani, hem
ekonomik hem de siyasi
olarak
Paris Komünü anarşist fikirlerden oldukça etkilenmişti. Ekonomik
açıdan, Proudhon ve Bakunin tarafından
açıklanan ortak [associated,
birleşik] üretim kuramı, komünde bilinçli bir devrimci uygulama
haline
geldi. Politik açıdan, anarşistler, Komün'ün federalizm ve özerklik
çağrısında, "birliklerden
başlayarak, ardından komünlere, bölgelere, uluslara ulaşan ve en
nihayetinde
de
büyük bir uluslararası ve evrensel federasyonla sonlanan, ... işçilerin
özgür birlikleri veya federasyonları tarafından aşağıdan yukarıya doğru
[örgütlenen] geleceğin toplumsal örgütlenmesini" görüyorlardı
(Bakunin, Op.Cit.,
s. 270).
Ancak, anarşistler açısından Komün yeterince
ileriye gitmedi. Dışındaki
devleti ortadan kaldırırken, Komün'ün
içindekini ortadan kaldırmadı. Komüncüler (Bakunin'in keskin
ifadesi kullanacak olursak) "Jakoben bir biçimde" örgütlendiler.
Peter Kropotkin'in belirttiği gibi, "özgür
Komün'ü ilan eder{ken}, Paris halkı temel bir anarşist ilkeyi ilan
etmişti ... {ancak} yarı yolda durdu" ve "eski belediye konseylerinden kopye edilmiş
olan bir Komünal Konseyi" uygulamaya geçirdi. Dolayısıyla, Paris
Komünü "Devlet ve temsili
hükümet
geleneğiyle bağlarını koparmadı; ve Komünlerin bağımsızlığını ve özgür federasyonunu
ilan ederek başlattığı, Komün'de basitten karmaşığa doğru [giden] bir
örgütlenmeyi
sağlamaya teşebbüs etmedi". Bu, Komün
konseyi "kırtasiyecilik nedeniyle ...
kımıldayamaz" hale geldiği için felakete yol açtı ve "kitlelerle sürekli temas içinde olmanın
getirdiği duyarlılık" kayboldu. "... Devrimci merkezden --halktan--
uzaklaşmalarıyla felce uğramış bir halde, halk inisiyatini de felce
uprattılar" (Words of a Rebel
[Bir Asinin Sözleri], s. 97, s. 93 ve s. 97).
Ayrıca,
işyerlerini kooperatiflere dönüştürmeye (yani sermayeye el koyma), her
bir kooperatifin ekonomik faaliyetleri arasında eşgüdümü sağlamak ve
[bunları] desteklemek amacıyla bu kooperatiflerin bir birliğini
sağlamaya yönelik hiçbir girişim yapılmadığından ötürü, ekonomik reform
girişimleri yeterince ileri götürülmedi. Voltairine de Cleyre'nin
vurguladığı gibi, Paris "ekonomik
tiranlığa darbe indirmekte; dolayısıyla şu anda dünya sermayesine
egemen olan yararsız ve zararlı unsuru ortadan kaldırarak, ekonomik
meseleleri gerçek üreticiler ve dağıtıcılar tarafından düzenlenecek
özgür bir birliği gerçekleştirmekte başarısız oldu" (Op.Cit., s. 67). Şehir devamlı olarak
Fransız ordusunun kuşatması
altındayken,
Komünardların akıllarının diğer başka şeylerle dolu olması
anlaşılabilir
bir şey. Ancak, Kropotkin'e göre böyle bir konum bir felaketti:
Anarşistler belli sonuçlar çıkardılar ve şınu ifade ettiler: "eğer bağımsız Komünleri yönetmek için merkezi bir hükümet gerekmiyorsa, eğer ulusal Hükümet güverteden fırlatılıp atılmış ve ulusal birlik özgür federasyon sayesinde sağlanıyorsa; o zaman, merkezi bir belediye [municipal, yerel] Hükümeti de eş derecede anlamsız ve zararlı bir hale gelir. Aynı federatif ilkeler Komün'ün içinde de geçerli olacaktır" (Kropotkin, Evolution and Environment [Evrim ve Çevre], s. 75).
Doğrudan demokratik kitle meclisleri federasyonlarını örgütleyerek komün içindeki devleti ortadan kaldırmak yerine, aynen 1789-93 devriminin Paris'li "seksiyonları" gibi (bu konuda daha fazlası için bakınız, Kropotkin'in Great French Revolution [Büyük Fransız Devrimi]), Paris Komünü temsili hükümeti ayakta tuttu ve bunun acısını da çekti. "Halk ... kendisi adına hareket etmek yerine, idarecilerine güvenerek, inisiyatifi üstlenme vazifesinde onlara güvendi. Bu, seçimlerin ilk kaçınılmaz sonucuydu". Konsey kısa zamanda "devrimin önündeki en büyük engel" haline geldi, böylece de "hükümetin devrimci olamayacağı siyasi önermesini" kanıtladı (Anarchism [Anarşizm], s. 240, s. 241 ve s. 249).
Konsey kendisini seçen halktan giderek uzaklaştı, ve böylece giderek ilgisiz bir hale geldi. Ve bu ilgisizliği büyüdükçe, Jakoben çoğunluğun "devrim"i (terör sayesinde) "savunmak" için "Kamu Güvenliği Komitesi"ni [Committee of Public Safety] yaratmasıyla otoriter eğilimleri de giderek büyüdü. Liberter sosyalist azınlık Komite'ye karşı çıktı; ve çok şükür, kapitalist uygarlık ve "hürriyet" adına kendilerine saldıran Fransız ordusuna karşı özgürlüğünü savunan Fransız halkı tarafından pratikte işlevsiz kılındı. 21 Mayıs'da Fransız birlikleri şehre girdi ve bunu yedi günlük şiddetli sokak çatışmaları takip etti. Asker ve silahlı burjuvazi ekipleri sokaklara döküldü, [insanları] istediği gibi öldürdü ve sakatladı. Çoğu teslim olduktan sonra olmak üzere 25.000'den fazla kişi sokak çatışmalarında öldürüldü ve cesetleri büyük mezarlıklara boca edildi. Son bir aşağılama olarak, burjuvazi, Komün'ün doğduğu yerde, Montmartre Tepesi'nde, kendilerini böylesine dehşete düşürmüş olan radikal ve ateist ayaklanmanın kefaretini ödemek amacıyla Sacré Coeur'i inşa etti.
Anarşistler açısından Paris Komünü'nün verdiği dersler üç kısımdan oluşur. İlk olarak, özgür toplumun zorunlu siyasi biçimi komünlerin merkezsizleşmiş bir federasyonudur ("Bu toplumsal devrimin alması gereken biçimdir --bağımsız komün" (Kropotkin, Op.Cit., s. 163). İkinci olarak, "Komün'ün içinde bir hükümet olması, Komün'ün üstünde yer alan bir hükümetten daha mantıklı değildir". Bu demektir ki, anarşist bir topluluk, özgür bir şekilde birbirleriyle işbirliği yapan bir mahalleler ve işyerleri konfederasyonuna dayanacaktır. Üçüncü olarak, politik ve ekonomik devrimleri toplumsal bir devrimde birleştirmek hayatı derecede önemlidir. "İleriye gitmenin yegâne yolu Komünü toplumsal devrim aracılığıyla sağlamlaştırmak iken, onlar öncelikle Komün'ü sağlamlaştırmayı [yerleştirmeyi] ve bu gerçekleşene kadar toplumsal devrimi ertelemeyi denediler!" (Peter Kropotkin, Bir Asinin Sözleri, s. 19).
Paris Komünü hakkındaki anarşist görüşler
için, Kropotkin'in Bir Asinin Sözleri'nde (ve The Anarchist
Reader'da [Anarşist
Okuma
Kitabı]) yer alan "Paris Komünü" ve Bakunin'in Anarşizm
Üzerine Bakunin eserindeki "Paris Komünü ve Devlet Fikri"
makalelerine
bakınız.
1 Mayıs emek hareketi için özel bir gündür. Geçmişte Sovyetler Birliği'ndeki ve diğer yerlerdeki Stalinist bürokrasi tarafından zorla çalınmış olsa da, emek hareketinin 1 Mayıs festivali, dünya çapında bir dayanışma günüdür. Geçmiş mücadelelerin hatırlandığı ve daha iyi bir gelecek için umudumuzun sergilendiği bir gün. Birimizin zarar görmesinin hepimizin zarar görmesi demek olduğunu hatırlatan bir gün.
1 Mayıs'ın tarihi, anarşist hareketle ve çalışan insanların daha iyi bir dünya için yürüttüğü mücadeleyle yakında ilişkilidir. Aslında, [1 Mayıs] 1886'da işçileri sekiz saatlik çalışma günü mücadelesi için örgütleyen dört anarşistin Chicago'da idam edilmesinden kaynaklanmaktadır. Yani 1 Mayıs, "eylemde anarşi"nin --dünyayı değiştirmek üzere sendikalar içinde doğrudan eylemi kullanan çalışan insanların mücadelesinin-- bir ürünüdür.
Bu, 1880'lerde ABD'de başladı. 1884'de, (1881'de oluşturulan, 1886'da ismini Amerikan Emek Federasyonu [American Federation of Labour] olarak değiştiren) ABD ve Kanada Örgütlü Meslek ve İşçi Sendikaları Federasyonu'nu [Federation of Organised Trades ans Labour Unions of the United States and Canada] içinde şu ifadelerin yer aldığı bir önergeyi kabul etti; "sekiz saat, 1 Mayıs 1886'den itibaren yasal günlük çalışma süresi olmalıdır, ve bu bölgedeki emek örgütlerinin hepsinin yasalarını bu önergeye uygun olacak şekilde düzenlemelerini tavsiye ediyoruz". 1 Mayıs 1886'deki grev çağrısı, bu talebi desteklemek için yapılmıştı.
Chicago'da anarşistler sendika hareketi içindeki ana güçtü; kısmen de bu varlıklarının sonucu olarak, sendikalar bu talebi 1 Mayıs'ta grevlere dönüştürdüler. Anarşistler, sekiz saatlik iş gününün ancak doğrudan eylem ve dayanışmayla kazanılabileceğini düşünüyorlardı. Sekiz saatlik iş günü gibi reformlar için mücadele etmenin, kendi başlarına yeterli olmadığını göz önüne alıyorlardı. Bunları, ancak toplumsal devrim ile özgür bir toplumun yaratılmasıyla sona erecek, sürmekte olan sınıf savaşındaki birer meydan muharabesi olarak değerlendiriyorlardı. İşte bu düşüncelerle örgütlendiler ve savaştılar.
Yalnızca Chicago'da 400.000 işçi greve gitti, ve grev eylemi tehdidi 45.000 kişinin greve gitmeden daha kısa günlük çalışma süresi hakkı elde etmesini sağladı. 3 Mayıs 1886'da, polis McCormick Harvester Makina Şirketi'ndeki grev gözcülerine ateş açtı; en azından bir grevciyi öldürdü, beş veya altısını ağır olmak üzere saptanamayan sayıda grevciyi ise yaraladı. Anarşistler, bu vahşeti kınamak üzere ertesi gün Haymarket Meydanı'nda büyük bir miting yapılması çağrısında bulundular. Belediye Başkanı'na göre, "henüz müdahaleyi etmeyi gerektiren veya gerektirebilecek herhangi bir şey olmamıştı". Ancak, toplantı dağılmaya başladığı sırada, 180 kişilik bir polis taburu alana gelerek toplantının sona erdirilmesini emretti. Tam bu sırada, kalabalığa ateş açan polis birliklerinin arasına bir bomba fırlatıldı. Kaç tane sivilin polis tarafından yaralandığı ve öldürüldüğü asla açıklanmadı.
Terör rejimi tüm Chicago'yu silip süpürdü. Toplantı salonlarına, sendika bürolarına, basım evlerine ve özel meskenlere (genellikle arama emri olmadan) baskınlar düzenlendi. İşçi sınıfı bölgelerine yapılan polis baskınları, bilinen bütün anarşist ve sosyalistlerin yakalanmasıyla sonuçlandı. Çoğu şüpheli dövüldü ve bazılarına rüşvet verildi. "Önce baskını yap, yasal kılıfı sonra uydur ", arama emirleri hakkında sorular sorulduğunda Devlet Savcısı J. Grinnell'in kamuoyuna yaptığı açıklamaydı ("Editör'ün Önsözü", The Autobiographies of the Haymarket Martyrs [Haymarket Şehitlerinin Otobiyografileri], s. 7).
Sekiz anarşist ikinci derece cinayet [cinayete yardımcı olmak] suçu ile mahkeme önüne çıkarıldı. Suçlananların herhangi birisinin bombayı taşıdığı ve hatta [bombalamayı] planladığı yönünde hiçbir suçlama yapılmadı. Bunun yerine jüriye şunlar söylendi: "Hukuk yargılanıyor. Anarşi yargılanıyor. Bu adamlar, liderler olmaları nedeniyle Büyük Jüri tarafından seçildiler, diğerlerinden ayrıldılar ve suçlandılar. Onları takip eden binlercesinden daha fazla suçlu değiller. Jüri'deki baylar; bu adamları mahkûm edin, onları örnek yapın, asın onları ve kurumlarımızı, toplumumuzu kurtarın" (Op.Cit., s. 8). Jüri, Devlet Savcısı tarafından görevlendirilen özel bir hakim tarafından seçilmişti; işadamlarından ve öldürülen polislerin yakınlarından birisinden oluşuyordu. Savunmanın, [bu] özel hâkimin açıkça yaptığı "bu davayı ben yönetiyorum ve ne yaptığımı biliyorum. Bu adamların asılacakları ölüm kadar kesin" şeklindeki ifadeyi delil olarak sunmasına izin verilmedi (age). Sürpriz olmayan bir şekilde, suçlananlar mahkûm edildiler. Yedisi idama, birisi ise 15 yıl hapis cezasına çarptırıldı.
Uluslararası kampanyalar iki idam cezasının ömür boyu hapis cezasına çevrilmesini sağladı, ancak dünya çapındaki protestolar ABD devletini durdurmadı. Kalan beşinden biri (Louis Lingg) cellatına ihanet ederek, idamından bir gece önce kendisini öldürdü. Geriye kalan dördü (Albert Parsons, August Spies, George Engel ve Adolph Fischer) 11 Kasım 1887'de asıldılar. Onlar, Emek tarihinde Haymarket Şehitleri olarak biliniyorlar. Cenaze yürüşünün yapıldığı yolu 150.000 ile 500.000 arasındaki bir kalabalık çevreledi ve cenazelerin gömülmesine 10.000 ile 25.000 arasındaki bir kalabalık izledi.
1889'da, Paris'te düzenlenen Enternasyonal Sosyalist Kongre'ye katılan Amerikan delegasyonu, 1 Mayıs'ın işçi bayramı olarak kabul edilmesini önerdi. Bu, işçi sınıfı mücadelesinin ve "Chicago Sekizlerinin Şehit Olması" anısına düzenlenecekti. O zamandan itibaren 1 Mayıs uluslararası dayanışma günü haline geldi. 1893'de, yeni Illinois Valisi, Chicago'daki ve tüm dünyadaki işçilerin baştan beri bildiği şeyi resmi hale getirdi; açık olan suçsuzlukları nedeniyle ve "yargılamanın adil olmaması" yüzünden Şehitlerden özür diledi.
Yetkililer yargılamaların yapıldığı dönemde
bu tip baskıların işçi hareketini gerileteceğine inanıyorlardı. Yanılıyorlardı.
İdam cezasına çarptırılmasını takiben mahkemeye hitap ederken, Spies
[şunları
söylüyordu]:
O zaman ve ardından gelen yıllarda,
devletin ve kapitalizmin bu meydan okuyuşu, başta ABD'nde olmak üzere
binleri anarşizme kazandırdı. Haymarket olayından sonra, anarşistler
Mayıs
Gününü (1 Mayıs'ı) kutladılar --reformist sendikalar ve emek
partileri
yürüyüşlerini ayın ilk Pazar gününe kaydırdılar. Geçmişteki ve
günümüzdeki
mücadeleleri kutlamak, gücümüzü göstermek ve yönetici sınıflara
zayıflığını hatırlatmak için, dünya genelindeki işçi sınıfından
insanlarla olan
dayanışmamızı
sergiliyoruz. Nestor Makhno'nun ifade ettiği üzere:
Anarşistler 1 Mayıs'ın gerçek kökenlerine
bağlı kalıyorlar ve onun ezilenlerin doğrudan eylemi içindeki doğuşunu
kutluyorlar.
Baskı ve sömürü direnişi besliyor ve anarşistler için 1 Mayıs bu
direniş
ve gücün uluslararası sembolüdür
--August Spies'ın Chicago'daki Waldheim
Mezarlığı'ndaki
Haymarket şehitleri anıtına kazınmış son sözlerinde ifade edilen gücün:
Devletin ve işadamları sınıfının Chicago'lu Anarşistleri asmakta niye bu kadar kararlı olduğunu anlamak için, onların kitlesel radikal sendika hareketinin "liderleri" olarak kabul edildiklerini anlamak önemlidir. 1884'de, Chicago'lu Anarşistler dünyanın ilk günlük anarşist gazetesi olan Chicagoer Arbeiter-Zeitung'u yayınlamaya başlamışlardı. Bu gazete, Alman göçmeni işçi sınıfı hareketi tarafından yazılıyor, okunuyor, sahipleniliyor ve yayınlanıyordu. Haftalık dergi (Vorbote) ve Pazar baskısıyla (Fackel) birlikte gazetenin toplam satışı 1880'deki 13.000 sayısından 1886'da 26.980'e yükselmişti. Diğer etnik gruplar için de anarşist haftalık dergiler (birer İngilizce, Çekçe ve İskandinav dillerinde) vardı.
Anarşistler, (şehirdeki en büyük on bir sendikayı içinde barındıran) Merkezi Emek Sendikası [Central Labour Union] içinde oldukça faaldi; (Şehitlerden birisi olan) Albert Parson'un sözleriyle; bu örgütlenmenin "geleceğin 'özgür toplumunun' gelişmekte olan [embriyo] grubu" olması amaçlıyorlardı. Yine anarşistler, kuruluş kongresinde 26 şehirden temsilcilerin olduğu Uluslararası İşçi İnsanlar Birliği'nin [International Working People Association, IWPA] ("Kara Enternasyonal" olarak da adlandırılır) de bir parçasıydılar. IWPA kısa zamanda "sendikalar arasında, özellikle de orta-batı'da ilerleme gösterdi"; [IWPA'in] "sıradan üyelerin doğrudan eylemliliği" ve "kapitalizmin tamamen yıkılmasında bir araç ve yeni bir toplumun kurulması için bir nüve olarak hizmet eden" sendikalar şeklindeki görüşleri, "Chicago Düşüncesi" (daha sonra 1905'de Chicago'da kurulan Dünya Sanayi İşçileri'ne [Industrial Workers of the World, IWW] esin kaynağı olan bir düşünce) olarak bilinmeye başladı ("Editör'ün Önsözü", Haymarket Şehitlerinin Otobiyografileri, s. 4).
Bu düşünce, IWPA'in 1883 Pittsburgh Kongresi'nde
yayınlanan manifestoda ilan ediliyordu:
Sendika örgütlenmelerinin yanı sıra,
Chicago anarşist hareketi aynı zamanda toplumsal kulüpler, piknikler,
dersler,
danslar, kütüphaneler ve diğer faaliyetler düzenledi. Bütün bunlar, "Amerikan
Rüyası"nın kalbinde, fark edilir bir işçi sınıfı devrimci kültürünün oluşmasına yardımcı oldu. Yönetici sınıfa ve onların sistemine
karşı
tehditler, devam etmelerine izin verilemeyecek kadar büyüktü (özellikle
de 1877 kitlesel emek ayaklanması hala hafızalarda tazeyken. 1886'da
olduğu gibi, bu ayaklanma da devlet şiddetiyle karşılaşmıştı --hem Haymarket
olayları
hem de bu grev hareketinin ayrıntıları için J. Brecher'in Grev!'ine
bakınız). Bu nedenle, devletin ve kapitalist sınıfın hareketin
"liderleri"
olarak değerlendirdiklerine baskı uygulanması, kanguru mahkemeleri
[kanunların
yanlış uygulandığı usulsüz ve yetkisiz mahkeme] ve devletçe işlenen
cinayetler
[yaşandı].
Haymarket Şehitleri, yaşamları ve fikirleri hakkında daha fazla bilgi için Haymarket Şehitlerinin Otobiyografileri temel okumadır. Tek Amerikalı doğumlu Şehit olan Albert Parsons neyi savunduklarını açıkladığı Anarşizm: Felsefesi ve Bilimsel Temeli [Anarchism: Its Philosophy and Basis] adlı bir kitap yazdı. Tarihçi Paul Avrich'in Haymarket Trajedisi [Haymarket Tragedy] adlı eseri olayların derinlemesine incelendiği faydalı bir çalışmadır.
A.5.3 SENDİKALİST SENDİKALARIN KURULMASI
Anarşist hareket, yeni yüzyılın eşiğinde Avrupa'da, anarşist örgütsel düşünceleri günlük yaşama uygulama konusundaki en başarılı girişimlerinden birisini yaratmaya başladı. Bu kitlesel devrimci sendikaların kurulmasıydı (aynı zamanda sendikalizm ve anarko-sendikalizm olarak da bilinir). Sendikalist hareket, Önde gelen Fransız sendikalist militanlardan birinin sözleriyle, "anarşizmde uygulamalı bir okul" idi, çünkü "ekonomik mücadelelerin laboratuvarı"ydı ve "anarşik çizgilerde" örgütlenmişti. Sendikalist sendikalar, işçileri "liberter örgütlenmeler" içerisinde örgütlemek suretiyle kapitalizmle mücadele etmek ve nihayetinde de onun yerini almak amacıyla kapitalizm içinde "özgür üreticilerin özgür birlikleri"ni yaratıyorlardı. (Fernand Pellotier, Ne Tanrılar, Ne Efendiler (No Gods, No Masters), cilt 2, s. 57, s. 55 ve s. 56).
Sendikalist örgütlenmenin ayrıntıları ülkeden ülkeye farklılık gösterse de, ana çizgileri aynıydı. Sendikaları (veya sendikanın Fransızca karşılığı olan syndicates'i) işçilerin kendisi kurmalıydı. Sanayi temelinde örgütlenme genellikle tercih edilen biçimdi, ancak esnaf ve ticaret örgütlenmeleri de kullanılıyordu. Bu sendikalar doğrudan üyeleri tarafından kontrol ediliyor, sanayi veya coğrafi bölge temelinde federe hale geliyorlardı. Dolayısıyla, bir sendika belli bir şehirdeki, bölgedeki ve ülkedeki bütün yerel sendikalarla federe hale geldiği gibi, o sanayi kolundaki bütün diğer sendikalarla birleşerek (söz gelimi, madenciler veya metal işçileri) ulusal sendikasını oluşturuyordu. Sendikaların her biri özerkti ve görevlileri yarı-zamanlı çalışanlardı (ve sendika faaliyetiyle ilgili olarak çalışamadıkları zaman için normal ücretleri onlara ödeniyordu). Sendikalizmin taktikleri doğrudan eylem ve dayanışma idi; amacı, kapitalizmin yerine yeni, özgür bir toplumun temel çerçevesini sağlayacak sendikaları geçirmekti.
Dolayısıyla, anarko-sendikalizme göre, "hiçbir zaman sendika, kapitalist toplumun süresiyle sınırlı, basit bir geçici fenomen değildir, geleceğin Sosyalist ekonomisinin tohumu, daha genel bir ifadeyle Sosyalizmin ilkokuludur". "İşçilerin ekonomik savaşma örgütlenmesi", üyelerine, "günlük ekmekleri için savaşlarında her türlü doğrudan eylem fırsatını sağlar; aynı zamanda, {liberter} bir Sosyalist plan temelinde toplumsal yaşamın kendi güçlerine dayanarak yeniden örgütlenmesini sonuçlandırmak için gerekli ön hazırlıkları da onlara sunar" (Rudolf Rocker, Anarko-Sendikalizm (Anarcho-Syndicalism), s. 59 ve s. 62). IWW'nin ifadesini kullanırsak, anarko-sendikalizm eskisinin kabuğu içinde yeni bir dünya kurmayı amaçlar.
1890 ile I. Dünya Savaşı'nın patlak vermesi arasında geçen dönem zarfında, anarşistler çoğu Avrupa ülkesinde (özellikle de İspanya, İtalya ve Fransa'da) devrimci sendikalar kurdular. Bunun yanısıra, Güney ve Kuzey Amerika'daki anarşistler de (özellikle Küba, Arjantin, Meksika ve Brezilya'da) sendikalist sendikalar örgütlemekte başarılı oldular. Avrupa ve Güney Amerika en büyüklerine sahip olmakla beraber, neredeyse bütün sanayileşmiş ülkelerde birtakım sendikalist hareketler olmuştur. Bu sendikalar, anarşist doğrultuda aşağıdan yukarıya bir tarzda, konfederal olarak örgütlenmişlerdi. Daha iyi ücretler, daha iyi çalışma koşulları ve toplumsal reformlarla ilgili meseleler çevresinde kapitalistlerle günbegün mücadelede ettiler, ancak aynı zamanda devrimci bir genel grev aracılığıyla kapitalizmin yıkılmasını da hedeflediler.
Anarşist fikirleri günlük yaşamda uygulayan dünya genelindeki yüzbinlerce işçi anarşinin bir ütopyacı rüya olmayıp geniş ölçekte örgütlenmenin pratik bir yöntemi olduğunu kanıtlıyorlar. Bu anarşist örgütlenme teknikleri, anarko-sendikalist sendikaların büyümesi ve onların emek hareketi üstündeki etkilerinden görülebileceği üzere, üyelerin katılımını, güçlenmesini ve militanlığını cesaretlendirdi; başarılı bir şekilde reformlar için çarpıştı ve sınıf bilincini kuvvetlendirdi. Örneğin, Dünya Sanayi İşçileri [IWW], sendika eylemcileri için hâlâ esin kaynağı olmayı sürdürmektedir ve uzun tarihi boyunca birçok sendika şarkısı ve sloganı ortaya çıkarmıştır.
Ancak, kitlesel bir hareket olarak sendikalizm fiili olarak 1930'lara gelindiğinde sona ermişti. Bunda iki etmen rol oynadı. İlk olarak, sendikalist sendikaların çoğu, I. Dünya Savaşı'nın hemen ardından ağır bir baskıya maruz kaldı. Savaşın hemen ertesindeki yıllarda bu baskılar doruk noktalasına ulaştı. Bu militanlık dalgası, en yüksek noktasına fabrika işgalleriyle tırmandığı İtalya'da "kızıl yıllar" olarak bilinir (bakınız Kısım A.5.5). Ancak bu yıllar aynı zamanda bu sendikaların çeşitli ülkelerde birer birer yok edilmesine tanıklık etti. Örneğin, ABD'nde, IWW medya, devlet ve kapitalist sınıf tarafından gönülden desteklenen bir baskı dalgası ile ezildi. Kapitalizm Avrupa'da yeni bir silahla saldırıya geçti --faşizm. Faşizm, kapitalizmin işçi sınıfının kurduğu örgütlenmeleri fiziksel olarak ezme girişimi sonucunda önce İtalya'da ve en iğrenç şekliyle Almanya'da ortaya çıktı. Bu, ırkçılığın, Rusya örneğinin esinlendirmesiyle, savaşın sona ermesinin hemen ertesinde Avrupa geneline yayılmasıyla oldu. Yaşanan çok sayıda yakın devrim burjuvaziyi dehşete düşürerek sistemi kurtarmak için faşizme yönelmesine yol açtı.
Anarşistler (sıklıkla kahramanca) yürüttükleri faşizme karşı savaşımlarında başarısız olmalarının ardından pek çok ülkede sürgüne gitmeye zorlandılar, ortadan kayboldular, suikastlerin veya toplama kamplarının kurbanları oldular. ABD'nde, IWW medya, devlet ve kapitalist sınıf tarafından gönülden desteklenen bir baskı dalgası ile ezildi. Örneğin Portekiz'de 100.000 üyesi olan anarko-sendikalist CGT sendikası 1920'lerin sonlarında ve 1930'ların başlarında çok sayıda ayaklanma düzenledi. Ocak 1934'te CGT sonunda beş günlük bir ayaklanmaya dönüşecek devrimci genel grev çağrısında bulundu. Devlet sıkıyönetim ilan etti ve isyanı bastırmak için yaygın bir şiddet uyguladı. Militanları ayaklanmada öne çıkan ve cesaretli bir rol oynayan CGT tamamen ezildi ve sonraki 40 yıl boyunca Portekiz faşist bir devlet olarak kaldı (Phil Mailer, Portekiz: İmkânsız Devrim [Portugal: The Impossible Revolution], s. 72-3). İspanya'da, (en iyi bilinen anarko-sendikalist sendika olan) CNT benzer bir savaşım yürüttü. 1936'ya gelindiğinde birbuçuk milyon üyesi vardı. İtalya ve Portekiz'de olduğu gibi, kapitalist sınıf, kendi güçlerine ve kendi yaşamlarını idare etme hakkına güvenmeye başlayan mülksüzleştirilmişlerden iktidarını korumak için faşizme sarıldı (bakınız Kısım A.5.6).
Sendikalizm faşizm kadar Leninizm'in de olumsuz etkileriyle karşı karşıya kaldı. Rus devriminin başarısı, başta İngilizce konuşulan ülkeler ve daha az boyutta da olsa Fransa olmak üzere, çoğu eylemcinin otoriter siyasete yönelmesine neden oldu. İngiltere'de Tom Mann, İskoçya'da William Gallacher ve ABD'de William Foster gibi tanınan sendikalistler Komünist oldular (son ikisinin Stalinist olduğu belirtilmelidir). Üstelik, (IWW'de olduğu gibi) kavgaları ve bölünmeleri kışkırtmak yoluyla Komünist Partiler bilinçli bir şekilde liberter sendikaların altını oydular. İkinci Dünya Savaşı'nın sona ermesinin ardından, Stalinistler faşizmin Doğu Avrupa'da başlamış oldukları işi sürdürerek Bulgaristan ve Polonya gibi yerlerdeki anarşist ve sendikalist hareketleri tahrip ettiler. Küba'da Castro da Lenin'in örneğini takip ederek Batista ve Machado diktatörlüklerinin yapamadığını, yani etkili anarşist ve sendikalist hareketleri ezme işini başardı (Bu hareketin ilk ortaya çıktığı 1860'lardan 21. yüzyıla kadarki tarihi için Frank Fernandez'in Küba Anarşizmi [Cuban Anarchism] adlı eserine bakınız).
Dolayısıyla, ikinci dünya savaşının başladığı sırada, İtalya, İspanya, Polonya, Bulgaristan ve Portekiz'deki büyük ve güçlü anarşist hareketler faşizmce ezilmiş durumdaydılar (bunun, savaşmaksızın olmadığını vurgulamalıyız). Kapitalistler gerekli olduğunda emek hareketini ezmek ve ülkelerini kapitalizm için güvenli bir yer haline getirmek için otoriter devletleri desteklediler. Bu eğilimden bir tek, sendikalist SAC sendikasının hala işçileri örgütlediği İsveç kurtulabildi. Aslında, günümüzde faal olan çoğu sendikalist sendika gibi, liderlerinin üyelerini savunmaktansa kendi ayrıcalıklarını korumakla ve yönetimle işbirliği yapmakla ilgilendiği bürokratik sendikalara karşı işçilerin yüz çevirmesiyle büyümeye devam etmişti. Fransa, İspanya, İtalya ve başka yerlerde, yeniden yükselişe geçen sendikalist sendikalar anarşist fikirlerin günlük yaşama uygulanabilirliğini göstermeye devam ediyorlar.
Son olarak, sendikalizmin kökenlerinin ilk anarşistlerin düşüncelerinde yattığı ve dolayısıyla 1890'larda icat edilmiş bir şey olmadığı vurgulanmalıdır. Sendikalizmin gelişiminin, bir halk ayaklanması başlatmak ve Komünardların [Paris komüncülerinin] kitlesel olarak katledilmesinin intikamını almak amacıyla bireyci anarşistlerin hükümet liderlerine suikastlar düzenlediği felaket "eylemli propaganda" [propaganda by deed] dönemine karşı bir tepki olarak ortaya çıktığı kısmen de olsa doğrudur (ayrıntılı bilgi için bakınız Kısım A.2.18). Anarşistler, başarısız ve amaca zararı dokunan bu kampanyaya yanıt olarak, kendi köklerine ve Bakunin'in düşüncelerine geri döndüler. Böylece, Kropotkin ve Malatesta gibilerinin kabul ettikleri üzere, sendikalizm aslında Birinci Enternasyonal'in liberter kanadında bulunan fikirlere bir geri dönüştü.
Bakunin bu nedenle şöyle der: "Proleteryanın gücünün örgütlenmesi gerekir. Ancak bu örgütlenme bizzat proleteryanın kendi eseri olmalıdır. ... Örgütleyin, her iş kolundaki, her ülkede işçilerin uluslararası militan dayanılmasını hiç durmaksızın örgütleyin; izole haldeki bireyler veya bölgeler olarak ne kadar zayıf olursanız olun, evrensel elbirliği sayesinde muazzam, yenilmez bir güç meydana getireceğinizi hatırlayın". Amerikalı bir eylemcinin yorumladığı gibi, bu, her ikisi de "Bakunin'in yaşamı boyunca çaba gösterdiği fikirlerin dünya genelinde güçlü bir şekilde yeniden dirilişi"ni ifade eden "Sendikalist ve IWW hareketlerinin ifadelerinde de aynı militan ruh soluk alıp vermektedir" (Max Baginski, Anarşi! Emma Goldman'ın Mother Earth Dergisinin Antolojisi [Anarchy! An Anthology of Emma Goldman's Mother Earth], s. 71). Sendikalistlerle ortak bir şekilde Bakunin de şunu vurguluyordu: "iş kolu kesimlerinin, onların federasyonlarının örgütlenmesi ... burjuva dünyasının yerini alacak yeni toplumsal düzenin tohumlarını içinde taşır. Onlar yalnızca fikirler değil, aynı zamanda bizzat geleceğin gerçeklerini yaratıyorlar" (Rudolf Rocker'in alıntısı, Op.Cit., s. 50).
Bu fikirler diğer liberterlerce de tekrar edilirler. Paris Komünü'ndeki rolü ölümünü hazırlamış olan Eugene Varlin, 1870'de sendikaların toplumun yeniden inşasının "doğal unsurları" olduğunu söyleyerek bir birlikler sosyalizmi görüşünü savunuyordu: "bunlar kolaylıkla üretici birliklerine dönüştürülebilirler; toplumun daha iyi biçimde yeniden düzenlenmesini ve üretimin örgütlenmesini uygulamaya geçirecek olanlar bunlardır" (Martin Phillip Johnson'un alıntısı, Birlik Cenneti [The Paradise of Association], s. 139). Kısım A.5.2.'de gördüğümüz üzere, emek hareketini hem anarşiye ulaşmanın bir aracı hem de özgür toplumun çerçevesi olarak gören Chicago Anarşistleri de benzer görüşleri benimsemişlerdi. (Albert'in eşi) Lucy Parsons'un ifade ettiği gibi: "bizler çiftlikler, işçi sendikaları, Emek Şövalyeleri meclisleri vb. şeyleri ideal anarşist toplumun gelişmekte olan [embriyonik] grupları olarak görüyoruz ..." (Albert R. Parsons, Anarşizm: Felsefesi ve Bilimsel Temelleri içinde, s. 110). Bu fikirler IWW'nin devrimci sendikacılığını besledi. Bir tarihçinin belirttiği gibi, "IWW'nin açılış kongresi tutanakları katılımcıların 'Chicago Düşüncesi'nden haberdar olmakla kalmayıp, Chicagolu anarşistlerin endüstriyel sendikacılığı başlatma mücadeleleri ile kendi çabaları arasındaki sürekliliğin de bilincinde olduklarına işaret ediyor". Chicago düşüncesi "sendikalizmin ilk Amerikan ifadesi"ni temsil ediyordu (Salvatore Salerno, Kızıl Kasım, Kara Kasım [Red November, Black November], s. 71).
Sonuç olarak, sendikalizm ve anarşizm farklı kuramlar değil, aksine aynı fikirlerin farklı yorumlarıdır (daha kapsamlı bir tartışma için bakınız Kısım H.2.8). Sendikalistlerin tamamı anarşist (bazı Marksistler sendikalizme desteklerini ilan etmişlerdir) ve anarşistlerin hepsi sendikalist (neden böyle olduğu hakkında bir tartışma için bakınız Kısım J.3.9) olmazken, bütün toplumsal anarşistler gerek emek gerekse diğer halk hareketlerinde yer alınması, bunlar içinde liberter örgütlenme ve mücadele biçimlerinin teşvik edilmesi gerektiğine inanırlar. Böyle yaparak, sendikalist birliklerin içindeki veya dışındaki anarşistler fikirlerimizin geçerliliğini gösterirler. Çünkü, Kropotkin'in vurguladığı üzere, "bir sonraki devrim en başında ortak mülkiyete dönüştürülmek üzere toplumsal refahın tamamının işçilerce ele geçirilmesini gerektirecektir. Bu devrim ancak işçiler sayesinde, ancak kentsel ve kırsal işçiler her yerde bu amacı kendi başlarına yerine getirirse başarılı olabilir. Bu amaca ulaşmak için kendi eylemlerini devrimden önce başlatmalıdırlar; bu ise ancak ortada güçlü bir işçi örgütlenmesi varsa yapılabilir" ([Selected Writings on Anarchism and Revolution], s. 20). Bu tür popüler öz-yönetimli örgütlenmeler "Anarşizm ve Devrim Üzerine Seçme Yazılareylemde anarşi"den başka bir şey değildir.
A.5.4 RUS DEVRİMİNDE ANARŞİSTLER
1917 Rus Devrimi, anarşizmin bu ülkede hızla büyümesine ve anarşist düşüncelerin tecrübe edilmesine tanıklık etti. Ancak, popüler kültürde, Rus Devrimi özgürlük için mücadele eden sıradan halkın kitlesel bir hareketi olarak değil de Lenin'in Rusya'ya diktatörlüğünü dayattığı bir araç olarak görülür. Gerçek tamamen farklıdır. Rus Devrimi, pek çok farklı düşünce akımının var olduğu ve milyonlarca çalışanın (şehirler ve kasabalardaki işçiler kadar köylülerin de) yaşadıkları dünyayı daha iyi bir yere dönüştürmeye çalıştığı, tabandan filizlenen bir kitle hareketiydi. Ne üzücüdür ki, bu umutlar ve hayaller Bolşevik parti diktatörlüğü tarafından --önce Lenin, sonra da Stalin tarafınndan-- ezildiler.
Rus Devrimi, tarihin büyük bir kısmında olduğu gibi "tarihi kazananlar yazar" özdeyişinin iyi bir örneğidir. 1917-1921 dönemini ele alan çoğu kapitalist tarihçi, anarşist Voline'nin "bilinmeyen devrim" dediğini --sıradan halkın eylemleri ile tabandan talep ettiği devrimi-- gözardı eder. Leninist anlatımlar ise en iyi durumda, kendi parti çizgileriyle uyumlu olduğu müddetçe işçilerin özerk eylemliliklerini yüceltirler, ancak bu çizgiden ayrılır ayrılmaz onları tamamen mahkûm ederler (ve onlara en aşağılık güdüleri yakıştırırlar). Yani, Leninist açıklamalar (1917'nin bahar ve yazında olduğu gibi) Bolşeviklerin önünde giderlerken işçileri yüceltir, ancak Bolşeviklerin iktidara gelmesiyle Bolşevik politikalara karşı çıkmaya başladıklarında ise onları mahkûm eder. En kötü durumda ise, Leninist anlatımlar kitlelerin hareket ve mücadelelerini, öncü partinin faaliyetlerinin arka sahnesinden ibaret şeyler olarak resmederler.
Ancak anarşistler açısından, Rus Devrimi çalışan halkın öz-faaliyetinin [self-activity] anahtar bir rol oynadığı toplumsal devrimlerin klasik bir örneğini teşkil eder. Rusyalı kitleleri, sovyetler, fabrika komiteleri ve diğer sınıf örgütlerinde, sınıf-temelli, hiyerarşik devletçi bir rejime dayanan toplumu; özgürlük, eşitlik ve dayanışmaya dayanan bir topluma dönüştürmeye çalışıyorlardı. Böyleyken, Devrimin ilk ayları Bakunin'in şu tahminini doğruluyor gözüküyordu: "geleceğin toplumsal örgütlenmesi; ilk olarak [işçilerin] sendikalarında, ardından komünlerde, bölgelerde, uluslarda ve en nihayetinde de uluslararası ve evrensel olan büyük federasyonlarda, işçilerin birlikleri veya federasyonları aracılığıyla tamamen aşağıdan yukarı doğru gerçekleştirilmelidir" (Michael Bakunin: Seçme Yazılar, s. 206). Sovyetler ve fabrika komiteleri tam olarak Bakunin'in düşüncelerini ifade ediyordu ve anarşistler bu mücadelede önemli bir rol oynadılar.
Çar'ın alaşağı edilmesi kitlelerin doğrudan eylemliliği sayesinde gerçekleşti. Şubat 1917'de, Petrogradlı kadınları ekmek isyanlarını başlattılar. 18 Şubat'da, Petrograd'daki Putilov Fabrikası işçileri greve gittiler. 22 Şubat'a gelindiğinde, grev diğer fabrikalara da yayılmıştı. İki gün sonra ise 200.000 işçi greve çıkmıştı ve 25 Şubat'a gelindiğinde grev neredeyse genel bir hale gelmişti. Aynı gün protestocularla ordunun ilk kanlı çatışmasına tanıklık etti. Dönüm noktası 27 Şubat'ta gerçekleşti; bazı askeri birlikler, peşleri sıra diğer birimleri de sürükleyecek şekilde devrimci kitlenin saflarına geçtiler. Bu, hükümeti elinde hiçbir baskı aracı kalmamış bir halde bıraktı, Çar tahttan feragat etti ve geçici hükümet kuruldu.
Bu hareket öylesine kendiliğinden oluşmuştu ki, bütün politik partiler geride kalmıştı. Buna Bolşevikler de dahildi; "Bolşeviklerin Petrograd örgütü, Çar'ın devrilmesine yol açacak devrimin tam arifesinde grevler düzenlenmesine karşı çıkmıştı. Bereket versin ki, işçiler Bolşevik 'talimatları' dinlemediler ve her halükârda grevi başlattılar. ... İşçiler onların kılavuzluğunu izlemiş olsaydı, devrimin o tarihte gerçekleşmesi şüpheli bir hale gelirdi" (Murray Bookchin, Kıtlık-Ötesi Anarşizm, s. 123).
Devrim, yeni, "sosyalist" devlet durdurmak için yeterince güçlü olana değin tabandan gelen doğrudan eylem damarında akmaya devam etti.
Sol açısından, Çarlığın sona ermesi sosyalistlerin ve anarşistlerin yıllar boyunca her yerde sürdürdükleri çabaların bir sonucuydu. Geleneksel baskının üstesinden gelen insan düşüncesinin ilerici kanadını temsil ediyordu ve bu vasfından ötürü de dünyadaki solcular tarafından layıkıyla yüceltildi. Ancak, Rusya'da işler ilerliyordu. İşyerlerinde, sokaklarda ve tarlalarda giderek daha fazla insan feodalizmi siyasal olarak yıkmanın yeterli olmadığına ikna oluyordu. Feodal sömürüyle karşılaştırıldığında Çar'ın devrilmesi ekonomide pek az bir farka yol açtı, böylece işçiler işyerlerine ve köylüler de topraklara el koymaya başladılar. Tüm Rusya'da, sıradan halk kendi örgütlerini, sendikalarını, kooperatiflerini, fabrika komitelerini ve konseyleri (veya Rusçasıyla "sovyetler"ini) kurmaya başladılar. Bu örgütler ilk başlarda, geriye çağrılabilir delegeleri ve birbirleriyle federe olmalarıyla, anarşist bir tarzda örgütlenmişlerdi.
Söylemeye gerek yok, tüm siyasal partiler ve örgütler bu süreçte rol oynadılar. (Popülist köylü tabanlı bir parti olan) Sosyal Devrimciler ve anarşistler gibi, Marksist sosyal demokratların iki kanadı da (Menşevikler ve Bolşevikler) etkindiler. Anarşistler, özyönetim yönündeki bütün eğilimleri destekleyerek ve geçici hükümetin yıkılmasını teşvik ederek, bu harekete katıldılar. Devrimi tamamen siyasal olmaktan çıkarıp ekonomik/toplumsal bir devrime dönüştürmenin gerekli olduğunu savundular. Lenin'in sürgünden dönmesine kadar bu doğrultuda düşünen tek politik eğilim [anarşistlerdi].
Lenin partisinin "Tüm İktidar Sovyetlere" sloganını kabul etmesini sağladı ve devrimi ileriye doğru itti. Bu daha önceki Marksist konumdan keskin bir kopuştu. Menşeviklere katılan eski bir Bolşevik'in Lenin hakkında şu yorumu yapmasına yol açmıştı; Lenin kendini "otuz yıldan beridir boş olan bir Avrupa tacının --Bakunin'in tahtının-- adayı yapmıştı" (Alexander Rabinowitch'in alıntısı, Devrimin Başlangıcı, s. 40). Bolşevikler kitlesel destek kazanmaya yönelerek; geçmişte anarşizmle bağlantılı olan politikaları, yani doğrudan eylemi ve kitlelerin radikal eylemlerini desteklemeye başladılar ("Bolşevikler, o zamana kadar belirgin bir şekilde ve ısrarla Anarşistler tarafından dile getirilen sloganları ... kullandılar", Voline, Bilinmeyen Devrim, s. 210). Kısa zaman içinde sovyetler ve fabrika komiteleri seçimlerinde giderek daha fazla oy kazanmaya başladılar. Alexander Berkman'ın söylediği üzere, "Bolşeviklerce sahiplenilen anarşist sloganlar sonuçlarını getirmekte gecikmedi. Kitleler onların bayrağına güvendiler" (Komünist Anarşizm Nedir, s. 120).
Bu dönemde anarşistler de etkindiler. Anarşistler özellikle fabrika komiteleri çevresinde var olan, üretimde işçilerin özyönetimi hareketi içinde etkindiler (ayrıntılar için bakınız M. Brinton, Bolşevikler ve İşçi Kontrolü). [Anarşistler], işçilerin ve köylülerin mülk sahibi sınıfı mülksüzleştirmesini, bütün hükümet biçimlerini yıkmalarını ve kendi sınıf örgütlerini --sovyetler, fabrika komiteleri, kooperatifler vb.-- kullanarak toplumu tabandan yeniden örgütlemelerini savunuyorlardı. Yine mücadelenin yönünü de etkileyebildiler. Alexander Rabinowitch'in (Temmuz 1917 ayaklanmasına ilişkin çalışmasında) belirttiği üzere:
"Sıradan kadrolar [yönetici işlev üstlenmeyen üyeler] bazında, özellikle de {Petrograd} garnizonunda ve Kronştad deniz üssünde yer alanlar, Bolşevikleri Anarşistlerden ayıran çok az şey vardı. ... Anarşist-Komünistler ve Bolşevikler, nüfusun aynı eğitimsiz, keyifsiz ve memnuniyetsiz kesimlerinin desteğini edinmek için rekabet ediyorlardı; ve 1917 yazında, Anarşist-Komünistler, az sayıdaki önemli fabrika ve alayda sahip oldukları destekle olayların gidişatını etkileyebilecek inkâr edilemez bir kapasiteye sahiptiler. Aslında, Anarşistlerin cazibesi bazı fabrika ve askeri birimlerde bizzat Bolşeviklerin eylemlerini de etkileyecek ölçüde büyüktü" (Op.Cit., s. 64).
Gerçekte, önde gelen bir Bolşevik Temmuz 1917'de (anarşist etkinin artmasına ilişkin verdiği cevapta) şunu ifade ediyordu; "kendimizi Anarşistlerden ayırarak, kitlelerden de ayırabiliriz" (Alexander Rabinowitch'in alıntısı, Op.Cit., s. 102).
Anarşistler, geçici hükümetin devrildiği Ekim Devrimi sırasında Bolşeviklerle birlikte çalıştılar. Ancak, Bolşevik partinin otoriter sosyalistleri iktidarı ele geçirir geçirmez işler değişmeye başladı. Anarşistler ile Bolşeviklerin pek çok ortak sloganı kullanmalarına karşın, aralarında önemli farklılıklar vardı. Voline'in belirttiği üzere, "Anarşistlerin ağızlarından ve kalemlerinden dökülen sloganlar samimi ve somuttu, çünkü ilkelerine denk düşüyor ve bu ilkelerle tamamen uyumlu eylemler talep ediyordu. Ama aynı sloganlar Bolşeviklerde, liberterlerinkinden tamamen farklı olan pratik çözümler anlamına geliyordu ve sloganların ifade ediyor gözüktüğü fikirlerle uyuşmuyordu" (Bilinmeyen Devrim, s. 210).
Örneğin, "Tüm İktidar Sovyetler" sloganını ele alın. Anarşistler için bunun anlamı açıktı --belirli sorumluluğa sahip, geri çağırılabilir delegelerden oluşan, işçi sınıfının toplumu doğrudan yönetmesini sağlayacak organlar. Bolşevikler içinse, sloganın anlamı basitçe sovyetler üstünden Bolşevik bir hükümetinin kurulması demekti. Fark önemliydi, "çünkü Anarşistlerin belirttiği üzere, eğer 'iktidar' gerçekten sovyetlere aitse, o zaman Bolşevik partiye ait olamazdı; eğer Bolşeviklerin tasavvur ettiği üzere Parti'ye aitse, o zaman sovyetlere ait olamazdı" (Voline, Op.Cit., s. 213). Sovyetleri merkezi (Bolşevik) hükümetin kararnamelerinin uygulayıcısına indirgemek ve onların oluşturduğu Tüm-Rusya Kongresi'nin hükümeti (yani, gerçek iktidar sahiplerini) azledebileceğini söylemek, "tüm iktidar" demek değildir, aslında tam tersidir.
Aynısı, "üretimde işçi kontrolü" terimi için de geçerlidir. Ekim Devriminden önce, Lenin "işçi kontrolü"nü tamamen "işçilerin evrensel, tam kapsamlı bir şekilde kapitalistler üstünde kontrolü" anlamında değerlendiriyordu (Bolşevikler İktidarda Kalacaklar mı?, s. 52). Bunu, işçilerin fabrika komitelerinin federasyonu yoluyla üretimi bizzat kontrol etmeleri (yani ücretli emeğin ortadan kaldırılması) anlamında kullanmıyordu. Anarşistler ve fabrika komiteleri ise böyle görüyorlardı. S.A. Smith'in doğru bir şekilde vurguladığı üzere, Lenin "{işçi kontrolü} terimini fabrika komitelerinden oldukça farklı bir anlamda kullanıyordu". Gerçekte, Lenin'in "önerileri, ... fabrika komitelerinin uygulamaları esas olarak yerel ve özerk iken, karakter olarak adamakıllı devletçi ve merkezciydi" (Kızıl Petrograd, s. 154). Anarşistler için, "işçi örgütleri eğer {patronlar üzerinde} etkin bir kontrol kurma yetisine sahiplerse, o zaman tüm üretimi [sağlama, devam ettirme] yetisine de sahiptirler. Bu durumda, özel [mülkiyetteki] sanayi tedricen olmakla beraber hızlı bir şekilde ortadan kaldırılabilir ve yerine kolektif sanayi geçebilir. Sonuçta, Anarşistler boş ve belirsiz bir 'üretimin kontrolü' sloganını reddettiler. Onlar, özel [mülkiyetteki] sanayinin --tedricen ancak ivedilikle-- kolektif üretim örgütlenmelerince ele geçirilmesini savundular" (Voline, ay, s. 221).
İktidara gelince, Bolşevikler sistemli olarak işçi kontrolünün popüler anlamının altını oydular ve yerine kendi devletçi görüşlerini geçirdiler. "Üç olayda", diyordu bir tarihçi; "Sovyet iktidarının ilk ayında, {fabrika} komiteleri liderleri kendi modellerini yaşama geçirmeye çalıştılar. Her defasında parti liderliği onları etkisiz kıldı. Sonuç, yönetim ve denetim gücünün, merkezi otoritelere tabi olan ve onlarca oluşturulmuş devlet organlarına verilmesi oldu" (Thomas F. Remington, Bolşevik Rusya'da Sosyalizmin İnşası, s. 38). Bu süreç en nihayetinde Nisan 1918'de, Lenin'in savunduğu ve başlattığı "diktatörce" bir güce sahip olan "tek adam yönetimi" ile sonuçlandı. Bu süreç, Bolşevik pratik ile Bolşevik ideoloji arasındaki belirgin bağlantıları ve keza bu ikisinin halk eylemliliğinden ve düşüncelerinden nasıl farklı olduğunu gösteren Maurice Brinton'un Bolşevikler ve İşçi Kontrolü eserinde ortaya konulmuştur.
Bu nedenle Rus Anarşisti Peter Arshinov şöyle bir yorumda bulunuyor:
"Daha az önemsiz olmayan bir başka özellik, Ekim {1917 devriminin} iki anlamı olmasıdır --toplumsal devrime katılan işçi kitlelerinin ve onlarla beraber Anarşist-Komünistlerin ona verdikleri anlam; ve bu toplumsal devrim arzusunun elinden iktidarı kapan, onun ileriye doğru gelişmesine ihanet eden ve [ileriye gelişimini] boğan bir siyasi partinin {Marksist-Komünistlerin} ona verdiği anlam. Ekim'in bu iki yorumu arasında dağlar kadar fark vardır. İşçilerin ve köylülerin Ekim'i, eşitlik ve özyönetim adına parazit sınıfların iktidarının bastırılması demekti. Bolşevik Ekim ise, devrimci aydınlar partisinin iktidarı ele geçirerek, kendi 'Devlet Sosyalizmi'ni ve kitleleri yönetmenin 'sosyalist' yöntemlerini yürürlüğe geçirmesi demekti" (İki Ekim).
İlk başlarda anarşistler Bolşevikleri desteklediler, çünkü Bolşevik liderler kendi devlet-inşa etme ideolojilerini sovyetlere verdikleri desteğin ardına gizliyorlardı (sosyalist tarihçi Samuel Farber'in dikkat çektiği üzere, anarşistler "Bolşeviklerin Ekim Devrimi'ndeki adsız koalisyon ortaklarıydılar", Stalinizmden Önce, s. 126). Ancak, Bolşeviklerin aslında gerçek bir sosyalizmi hedeflemeyip, bunun yerine kendi iktidarlarını sağlamlaştırmayı; toprağın ve üretken kaynakların kolektif mülkiyette altında değil, hükümet mülkiyetinde bulunmasını hedeflediklerini göstermeleriyle beraber, bu destek çabucak kayboldu. Belirtildiği üzere, Bolşevikler, "diktatörce güçlerle" donatılmış bir "tek-adam yönetimi"ne dayanan kapitalist-benzeri işyeri yönetimi biçimlerinin lehine, sistemli olarak işçi kontrolü/özyönetimi hareketinin altını oydular.
Sovyetler konusuna gelince, Bolşevikler onların sahip oldukları sınırlı bağımsızlığın ve demokrasinin altını sistemli olarak zayıflatıyorlardı. 1918 baharı ve yazındaki "sovyet seçimlerindeki büyük Bolşevik kayıplara" yanıt olarak, "silahlı Bolşevik kuvvetleri genellikle bu bölgesel seçimlerin sonuçlarını geçersiz kılıyorlardı". Keza "hükümet, görev süresi Mart 1918'de sona eren Petrograd Sovyeti'nin yeni genel seçimlerini sürekli erteliyordu. Açıktı ki, hükümet muhalefet partilerinin kazançlı çıkacağından korkuyordu" (Samuel Farber, Op.Cit., s. 24 ve s. 22). Petrograd seçimlerinde, Bolşevikler, "sovyette önceden keyfini sürdükleri mutlak çoğunluklarını kaybettiler", ancak en büyük parti olarak kalmaya devam ettiler. Ancak, Petrograd sovyeti seçim sonuçları artık anlamsızlaşmıştı, çünkü "Bolşeviklerin ezici bir kuvvete sahip oldukları sendikalara, bölge sovyetlerine, fabrika-dükkân komitelerine, Kızıl Ordu ve deniz gücü birimlerine sayısal olarak oldukça önemli bir temsiliyet [hakkı] verilmesiyle, Bolşevik zafer garanti altına alınmıştı" (Alexander Rabinowitch, "Petrograd'daki Yerel Sovyetlerin Evrimi", s. 20-37, Slavic Review, Cilt 36, Sayı 1, s. 36 dipnot). Diğer bir deyişle, Bolşevikler kendi delegelerini doldurmak suretiyle sovyetin demokratik doğasının altını oydular. Sovyetlerde reddedilmekle yüz yüze kaldıklarında Bolşevikler, kendi açılarından "sovyetler iktidarı"nın parti iktidarı demek olduğunu ortaya koydular. İktidarda kalmak için, Bolşevikler sovyetleri tahrip etmeliydiler ve öyle de yaptılar. Sovyet sistemi sadece isim olarak "sovyet" kaldı. Gerçekte, 1919'dan sonra Lenin, Troçki ve diğer önde gelen Bolşevik liderler bir parti diktatörlüğü yarattıklarını ve dahası bu diktatörlüğün devrim için gerekli olduğunu itiraf ediyorlardı (Troçki, Stalinizmin yükselişinden sonra bile parti diktatörlüğünü savunmuştu).
Üstelik Kızıl Ordu da artık demokratik bir örgüt değildi. 1918'in Mart'ında, Troçki tüm subay ve asker komiteleri seçimlerini iptal etti:
"seçim ilkesi politik olarak anlamsızdır ve teknik olarak elverişsizdir; ve bir kararname ile uygulamadan kaldırılmıştı" (Çalışma, Disiplin, Düzen).
Maurice Brinton'un doğru bir şekilde özetlediği üzere:
"Brest-Litovsk'un ertesinde Askeri İşler Komiseri olarak atanan Troçki, hızlı bir şekilde Kızıl Orduyu yeniden örgütlüyordu. Çarpışma anında emirlere itaatsizlik halinde uygulanan ölüm cezası tekrar yürürlüğe sokuldu. Keza daha kademeli bir şekilde, selamlama, özel hitap biçimleri, subaylar için ayrı yatakhaneler ve diğer ayrıcalıklar [da yeniden uygulanmaya başlandı]. Subayların seçilmesi de dahil olmak üzere, demokratik örgütlenme biçimlerinden çabucak vazgeçildi" ("Bolşevikler ve İşçi Kontrolü", İşçi İktidarı İçin, s. 37).
Hiç de şaşırtıcı olmamak üzere, Samuel Farber şöyle diyordu: "Lenin'in ve esaslı Bolşevik liderlerden herhangi birisinin işçi kontrolünün veya sovyetlerdeki demokrasinin kaybedilmesine üzüldüğüne veya en azından --Lenin'in 1921'de Savaş Komünizmi'nin yerine NEP'in geçirilmesinde açıkladığı gibi-- bu kayıpları bir geri adım olarak değerlendirdiklerine dair hiçbir kanıt yoktur" (Stalinizmden Önce, s. 44).
Böylece Ekim Devrimi'nin ardından, anarşistler Bolşevik rejimi suçlamaya başladılar ve kitleleri sonunda tüm (kapitalist veya sosyalist) patronlardan kurtaracak olan "Üçüncü Devrim" talebini yükselttiler. Bolşevizmin (örneğin Lenin'in Devlet ve Devrim'inde ifade edilen) söylemi ile pratiği arasındaki temel farklılıkları teşhir ettiler. İktidardaki Bolşevizm, Bakunin'in "proletarya diktatörlüğü"nün Komünist Parti liderlerinin "proletarya üstündeki diktatörlüğü" haline geleceği tahminini haklı çıkarmıştdı.
Anarşistlerin etkisi büyümeye başladı. (Bir Fransız subayı olan) Jacques Sadoul'un 1918'in başlarında belirttiği gibi:
"Anarşist kesim, muhalefet grupları arasındaki en aktif, en militan ve muhtemelen de en popüler olan grup. ... Bolşevikler endişeleniyorlar" (Daniel Guerin'in alıntısı, Anarşizm, s. 95-6).
1918 Nisan'ına gelindiğinde, Bolşevikler anarşist rakiplerini fiziksel olarak bastırmaya başlamıştı. 12 Nisan 1918'de, Çeka (Lenin tarafından Aralık 1917'de kurulan gizli polis) Moskova'daki anarşist merkezlere saldırdı. Diğer şehirlerdekiler de kısa bir süre içinde saldırıya maruz kaldılar. Keza soldaki en sesli muhalifleri bastırarak, Bolşevikler koruduklarını iddia ettikleri kitlelerin özgürlüğünü de kısıtlıyorlardı. Demokratik sovyetler, ifade özgürlüğü, muhalefet parti ve grupları, işyerinde ve topraktaki özyönetim, bunların tümü "sosyalizm" adına tahrip edildi. Burada şunu vurgulamalıyız ki, bunların tümü Leninizm'in çoğu destekçisinin Bolşeviklerin otoriterliğin sebebi olarak gösterdiği İç Savaş'ın 1918 Mayıs'ının sonlarına doğru başlamasından önce gerçekleşmiştir. Bu süreç, İç Savaş boyunca Bolşeviklerin tüm çevrelerden kaynaklanan muhalefeti --iktidardayken "diktatörlüğü"nü uyguladıklarını iddia ettikleri sınıfın bizzat grev ve protestoları da dahil olmak üzere-- sistemli bir şekilde bastırmasıyla beraber giderek hızlandı.
Bu sürecin İç Savaş'ın çok öncesinde başladığının vurgulanması önemlidir; [bu], bir terim olarak "işçi devleti"nin çelişkili olduğu yönündeki anarşist kuramı onaylamaktadır. Anarşistler açısından, işçi iktidarının yerine Bolşevik parti iktidarının geçmesi (ve bu ikisi arasındaki çatışma) sürpriz olmadı. Devlet iktidarın devredilmesi demektir --böyleyken "işçi devleti"nin "işçi iktidarı" anlamına gelmesinin mantıksal bir imkânsızlık olduğu anlamına gelir. Eğer toplumu işçiler yönetiyorlarsa, o zaman iktidar onların ellerinde bulunur. Eğer ortada bir devlet varsa, o zaman iktidar bir avuç kadar kişinin ellerindedir, tümünün [halkın] elinde değildir. Devlet azınlık yönetimi için tasarlanmıştır. Hiçbir devlet, temel doğası, yapısı ve tasarımı yüzünden işçi sınıfının (yani çoğunluğun) özyönetiminin bir organı olamaz. Anarşistler, bu nedenle devrimin amili ve kapitalizm ile devletin yıkılmasının ardından toplumun yönetilmesinin bir aracı olarak, tabandan yükselen bir işçi konseyleri federasyonunu savundular.
Kısım H'de tartıştığımız üzere, Bolşeviklerin popüler bir işçi sınıfı partisinden işçi sınıfı üstündeki bir diktatörlüğe doğru yaşadıkları yozlaşma kazayla olmamıştır. Siyasal düşünceler ve devlet iktidarının gerçekliklerinin (ve bunun ürettiği toplumsal ilişkilerin) bileşimi, bu yozlaşmadan daha başka bir sonuç ortaya çıkaramazdı. Öncücülük, kendiliğindenlik korkusu ve parti iktidarının işçi sınıfı iktidarıyla özdeşleştirilmesiyle [tanımlanan] Bolşevizmin siyasal görüşleri, partinin kaçınılmaz olarak temsil ettiğini iddia ettikleriyle çatışacağı anlamına geliyordu. Herşeyden öte, eğer parti öncüyse o zaman otomatik olarak diğer tüm herkes "geri kalmış" unsurdur. Bu demektir ki, eğer işçi sınıfı sovyet seçimlerinde Bolşevik politikalara karşı direniyorsa veya onları reddediyorsa, o zaman işçi sınıfı "sendelemektedir", "küçük-burjuva" ve "gerici" unsurların etkisi altına girmiştir. Öncücülük seçkinciliği, ve devlet iktidarıyla birleştiğinde ise diktatörlüğü besler.
Devlet iktidarı, anarşistlerin daima vurguladıkları üzere, iktidarın bir azınlığın ellerine devredilmesi demektir. Bu, otomatik olarak toplumda sınıfsal bir bölünme üretir --iktidara sahip olanlar ve olmayanlar. Böylece, iktidara geldikleri anda Bolşevikler işçi sınıfından soyutlanmışlardır. Rus Devrimi, Malatesta'nın "hükümet, yani yasaları yapmaları için kendilerine güvenilen ve her bireyin bunlara uymasını sağlamak üzere kolektif bir iktidarı kullanmakla yetkilendirilen insan grubu, halihazırda ayrıcalıklı bir sınıftır ve halktan kopmuştur. Herhangi atanmış bir organın yapacağı üzere, kendi politikalarını dayatmak ve kendi özel çıkarlarına öncelik sağlamak amacıyla, içgüdüsel olarak iktidarını kamusal kontrolün ötesine geçecek şekilde genişletmeyi amaçlar. Ayrıcalıklı bir konuma yerleştirilmiş olan, hükümetin kuvvetsizleştirdiği halkla arası zaten bozulmuş olur" (Anarşi, s. 34). Bolşeviklerin kurduğuna benzer oldukça merkezileşmiş bir devlet, yönetenlerin yönetilenlerden yalıtılmışlığını hızlandırırken, aynı zamanda da hesap verilebilirliği [yaptıklarının sorumluluğunu üstlenerek hesap verme zorunluluğunu] en aza indirecektir. Kitleler artık esin ve iktidar kaynağı değildirler, aksine artık "disiplin" (yani emirlere uyma yetisi) eksiklikleri devrimi tehlikeye sokan yabancı bir gruptur. Bir Rus Anarşistinin savunduğu üzere:
"Proletarya yavaş yavaş devlet tarafından serfleştirilmiştir. Halk, [kendi] üstlerinden yeni bir yöneticiler sınıfının --esasen sözde aydınların rahminden doğan yeni bir sınıfın-- ortaya çıktığı hizmetkârlara dönüştürülmüştür. ... Biz, ... Bolşevik partinin yeni bir sınıf sistemi yaratmaya kalkıştığını söylemek istemiyoruz. Ancak, en iyi niyet ve arzuların dahi, herhangi bir merkezileşmiş iktidar sistemi içinde doğası gereği var olan şeytanlar tarafından kaçınılmaz olarak ezileceğini söylemek istiyoruz. Yönetimin emekten ayrılması ve yöneticilerle işçiler arasındaki bölünme, bu merkezileşmenin mantıksal birer sonucudur. Başka türlü de olamaz" (Rus Devriminde Anarşistler, s. 123-4).
Bu nedenle anarşistler, işçi sınıfı içinde siyasal fikirlerin eşitsiz gelişimini kabul etmekle beraber, "devrimciler"in işçi sınıfı adına iktidarı ele geçirmesi gerektiği düşüncesini kabul etmezler. Ancak işçi sınıfının kendisi gerçekten toplumu yönetiyorsa, devrim başarılı olacaktır. Anarşistler için, bu, "gerçek bir kurtuluş, kitlelerin üzerinde [yer alarak] ve profesyonel, teknik, askeri ve diğer branşlarda değil, onların tam da göbeğinde [arasında] çalışan devrimciler tarafından yardım edilen, ama idare edilmeyen; somut eylem ve özyönetim temellerine dayanan ... kendi sınıf örgütlerinde ... gruplaşmış işçilerin kendi doğrudan, yaygın ve bağımsız eylemleri ile başarılabilir" (Voline, Op.Cit., s. 197). İşçi iktidarının yerine parti iktidarını geçirerek Rus Devrimi ilk ölümcül adımını atmıştı. Rusya'daki anarşistler tarafından (Kasım 1917'de) yapılan şu tahminin gerçekleşmesine hiç şaşmamak gerek:
"İktidarları bir kere sağlamlaştırılıp 'meşrulaştırıldıktan' sonra, merkeziyetçi ve otoriter eylem adamları olan Bolşevikler, ülkenin ve halkın yaşamını --merkez tarafından dayatılan-- yönetsel ve diktatörce yöntemlerle yeniden düzenlemeye başlayacaktır. Onlar ... partinin iradesini tüm Rusya'ya dayatacaklar ve tüm ulusu komuta altına alacaklar. Sovyetleriniz ve diğer yerel örgütleriniz yavaş yavaş merkezi hükümetin iradesinin birer yürütme organları haline gelecekler. Emekçi kitlelerce yaratılan sağlıklı, yapıcı çalışmanın yerine, tabandan yükselen özgür birleşmenin yerine; tepeden işleyecek ve yolu üzerinde duran her şeyi demir yumruğuyla ezip geçmeye koyulacak otoriter ve devletçi bir aygıtının yerleştirildiğini göreceğiz" (Voline'ın alıntısı, Op.Cit., s. 235).
Sözde "işçi devleti", (Marksistlerin iddia ettiği gibi) işçi sınıfından insanlar açısından katılımcı veya güçlendirici olamaz, çünkü devlet yapıları basitçe bunun için tasarlanmamıştır. Azınlık kuralının araçları olarak yaratılmışken, işçi sınıfının kurtuluşunun bir aracına (veya buna hizmet edecek "yeni" bir araca) dönüştürülemezler. Kropotkin'in belirttiği üzere, Anarşistler "azınlıkların kitleler üzerinde kendi iktidarlarını oluşturmak ve örgütlemek için başvurduğu bir kuvvet olan Devlet örgütünün, bu ayrıcalıkları yıkacak bir kuvvet olarak hizmet edemeyeceğini savunurlar" (Anarşizm, s. 170). 1918 yılında yazılan bir anarşist broşürün sözleriyle:
"Bolşevizm, günden güne ve adım adım, devlet iktidarının kendine özgü vazgeçilemez nitelikleri olduğunu ispatlıyor: [Bolşevizm] onun [devlet iktidarının] adını, 'kuram'ını ve hizmetçilerini değiştirebilir, ancak özünde iktidarı ve despotluğu yeni biçimlerle korumaktan başka bir şey yapmaz" (Paul Avrich'in alıntısı, "Rus Devriminde Anarşistler", s. 341-350; Russian Review, Cilt 26, Sayı 4, s. 347).
Devrim, içinde olanlar açısından Bolşeviklerin iktidarı ele geçirmesinden sonraki birkaç ay içinde ölmüştü. Dışardaki dünya içinse, Bolşevikler ve SSCB sistematli bir şekilde gerçek sosyalizmin temellerini tahrip etse de, "sosyalizm"i temsil eder hale geldi. Bolşevikler, sovyetleri devlet organlarına dönüştürerek, parti iktidarını sovyetler iktidarının yerine geçirerek, fabrika komitelerini işlevsizleştirerek, silahlı kuvvetlerde ve işyerlerindeki demokrasiyi ortadan kaldırarak, siyasal muhalefeti ve işçi protestolarını bastırarak; işçi sınıfını açık seçik biçimde kendi devrimden marjinalleştirdiler. Bizzat Bolşevik ideoloji ve pratik, devrimin yozlaşması ve Stalinizmin nihai yükselişindeki önemli ve bazen de belirleyici etmenlerdi.
Anarşistlerin on yıllarca önce tahmin ettiği gibi, birkaç aylık bir zaman zarfında ve İç Savaş'ın başlamasından önce; Bolşeviklerin "işçi devleti", herhangi bir devlet gibi işçi sınıfı üzerinde yer alan yabancı bir iktidar ve azınlık yönetiminin (bu olayda parti yönetiminin) bir aracı haline geldi. İç Savaş bu süreci hızlandırdı ve çok geçmeden de parti diktatörlüğü yürürlüğe girdi (aslında, önde gelen Bolşevik liderler bunun herhangi bir devrim için asli olduğunu söylemeye başlamışlardı). Sosyalizmin tabutuna çakılan son çiviler olarak Kronştad ayaklanmasının ve Ukrayna'daki Makhnocu hareketin ezilmesi ve sovyetlere boyun eğdirilmesiyle beraber, Bolşevikler ülkelerindeki liberter sosyalist unsurları tamamen bastırmış oldular.
Şubat 1921 Kronştad ayaklanması, anarşistlere göre son derece önemliydi (bu ayaklanmanın ayrıntılı bir tartışması için "Kronştad Ayaklanması Ne İdi?" başlıklı ek kısma bakınız). Ayaklanma, Kronştad denizcilerinin Petrograd'ın grevci işçileri desteklemesiyle Şubat 1921'de başladı. [Kronştad denizcileri] ilkinin sovyet demokrasisi talebi olduğu, 15 maddelik bir önerge hazırladılar. Bolşevikler Kronştad ayaklanmacılarını karşı-devrimciler olarak suçladılar ve ayaklanmayı ezdiler. Bu, anarşistler açısından (aylarca önce sona ermiş olan) İç Savaş sebep gösterilerek baskının haklı gösterilememesi ve bunun gerçek sosyalizm için sıradan halkın büyük bir ayaklanması olması nedenlerinden ötürü önemliydi. Voline'nin belirttiği üzere:
"Kronştad, halkın kendisini bütün boyunduruklardan kurtarmak ve Toplumsal Devrimi sürdürmek için giriştiği tamamen bağımsız olan ilk girişimdi: bu girişim, ... siyasal önderler, liderler veya öğretmenler olmaksızın, doğrudan doğruya emekçi yığınlar tarafından yapılmıştı. Üçüncü ve toplumsal bir devrime doğru atılmış ilk adımdı" (Voline, ay, s. 537-8).
Anarşist düşünceler, en başarılı şekilde Ukrayna'da uygulandı. Makhnocu hareketin koruması altındaki bölgelerde, işçi sınıfından insanlar kendi düşünce ve ihtiyaçlarına dayanarak kendi yaşamlarını doğrudan düzenlediler --gerçek toplumsal özbelirlenim [self-determination]. Kendi kendini eğitmiş bir köylü olan Nestor Makhno'nun liderliğindeki, hareket yalnızca Kızıl ve Beyaz diktatörlüklerle çarpışmakla kalmadı, aynı zamanda Ukrayna milliyetçilerine karşı da direndi. Makhno, "Ulusal özbelirlenim" (yani yeni bir Ukrayna devleti) taleplerine karşı çıkarak, bunun yerine Ukrayna'da ve tüm dünyada işçi sınıfının özbelirlenim talebini savundu. Makhno, köylü ve işçi arkadaşlarını gerçek özgürlük için savaşmaya esinlendirdi:
"Ya zafer ya ölüm --bu tarihsel anda Ukraynalı köylü ve işçilerin karşı karşıya olduğu ikilem işte bu. ... Ancak biz, geçmiş yılların hatalarını, kaderimizi yeni efendilerin ellerine teslim etme hatasını tekrar işlemek için yenmeyeceğiz; kaderlerimizi kendi ellerimize almak için, yaşamlarımızı kendi doğru algımız ve kendi irademiz doğrultusunda sürdürmek için yeneceğiz" (Peter Arshinov'un alıntısı, Makhnocu Hareketin Tarihi, s. 58).
Bu amacı sağlamak üzere, Makhnocular kurtardıkları kasaba ve şehirlerde hükümetler kurmayı reddettiler, bunun yerine çalışan insanların kendi kendisini yönetmesi için özgür sovyetlerin kurulmasını desteklediler. Alexandrovsk örneğine bakarsak, şehri kurtarır kurtarmaz Makhnocular, "derhal çalışan nüfusu genel bir konferansa katılmaya davet ettiler ... şehir hayatını ve fabrikaların işleyişini, kendi kuvvetleri ve kendi örgütleriyle işçilerin kendilerinin örgütlenmesi önerildi ... İlk konferansı bir ikincisi takip etti. Yaşamı işçilerin özyönetimi ilkesiyle örgütlemenin [yaratacağı] sorunlar ele alındı ve bu fikri büyük bir çoşkuyla karşılayan işçi kitlelerin canlılığı içinde tartışmalar düzenlendi. ... İlk adımı demiryolu işçileri attı. ... Bölgenin demiryolu ağını düzenlemekten sorumlu olan bir komite oluşturdular. ... Bu noktadan sonra, Alexandrovsk proletaryası sistematli bir şekilde özyönetim organlarının yaratılması sorunuyla uğraştı" (Op.Cit., s. 149).
Makhnocular şunları savunuyorlardı; "işçilerin ve köylülerin özgürlüğü kendi ellerindedir, ve hiçbir kısıtlamaya tabi değildir. Uygun gördükleri ve arzuladıkları şekilde faaliyet göstermek, kendilerini örgütlemek, yaşamlarının tüm yönlerine ilişkin kendi aralarında anlaşmalar yapmak; işçi ve köylülerin kendilerine kalmıştır. ... Makhnocular, yardım etmek ve tavsiyede bulunmaktan fazlasını yapamazlar ... Hiçbir durumda yönetmeyi ne yapabilirler ne de bunu arzu ederler" (Peter Arshinov, Guerin'in alıntısı, Op.Cit., s. 141). Alexandrovsk'da, Bolşevikler Makhnoculara bir eylem alanı önerisi getirdiler --onların [Bolşeviklerin] Revkom'u (Devrimci Komitesi) siyasal, Makhnocular ise askeri işlerle ilgilenecekti. Makhno ise onlara "kendi iradelerini işçilere dayatmayı amaçlamak yerine, gidip kendilerine dürüst bir iş bulmaları"nı tavsiyesinde bulundu (Anarşist Okumalar'da Peter Arshinov, s. 141).
[Makhnocular] özgür tarım komünleri de örgütlediler; bunlar, "herkesçe kabul edildiği üzere ... sayıca fazla değillerdi ve nüfusun ancak azınlığını içermekteydiler. ... Ancak daha değerli olan şey ise bunların yoksul işçilerin kendileri tarafından kurulmuş olmasıydı. Makhnocular, kendilerini özgür komünler düşüncesinin propagandası ile sınırlayarak, asla köylüler üstünde herhangi bir baskı kurmadılar" (Arshinov, Makhnocu Hareketin Tarihi, s. 87). Küçük derebeylerinin [landed gentry] mülkiyetlerinin kaldırılmasında, Makhno'nun bizzat kendisi önemli bir rol oynadı. Yerel sovyetler ile onların ilçe ve bölge kongreleri, toprağın bütün köylü topluluğu kesimleri arasında kullanımını eşitledi (Op.Cit., s. 53-4).
Üstelik, devrimin gelişimi, ordu ve toplumsal politika faaliyetleri ile ilgili tartışmalara bütün nüfusun katılımını sağlamak üzere Makhnocular oldukça zaman ve enerji harcadılar. Özgür sovyetler, sendikalar ve komünleri olduğu gibi siyasal ve toplumsal meseleleri de tartışmak üzere, çok sayıda işçi, asker ve köylü delegeleri konferansları düzenlediler. Alexandrovsk'u kurtardıklarında, bölgesel bir köylü ve işçi kongresi düzenlediler. Makhnocular, Nisan 1919'da üçüncü köylü, işçi ve devrimci kongresini, Haziran'da da birçok bölgenin olağanüstü kongresini yapmaya çalışırlarken, Bolşevikler bunları karşı-devrimci olarak görüyor, yasaklamaya ve düzenleyicileri ile delegelerini kanundışı ilan etmeye çalışıyordu.
Makhnocular konferanslarını gerçekleştirerek ve "kendilerini devrimciler olarak niteleyenler tarafından yapılan ve kendilerinden daha devrimci olan halkı kanun-dışı ilan etmeye izin veren bir yasa olabilir mi?", "devrim kimin çıkarlarını savunacaktır: Parti'ninkileri mi, yoksa kanlarıyla devrimi harekete geçiren halkınkileri mi?" diye sorarak buna cevap verdiler. Makno'nun kendisi, "kendi meselelerini tartışmak için kendi başlarına konferanslar düzenleme talebinde bulunmak, işçi ve köylülerin devrimle kazandığı dokunulmaz haklar olarak değerlendirmeli" diyordu (Op.Cit., s. 103 ve s. 129).
Bunun yanı sıra, Makhnocular "ifade, düşünme, basın ve siyasal örgütlenme özgürlüklerini kapsayan devrimci ilkeleri tam anlamıyla uyguladılar. Makhnocular tarafından işgal edilen tüm şehir ve kasabalarda, işe şu veya bu güç tarafından basına ve siyasal örgütlere getirilen bütün yasak ve kısıtlamaların kaldırmasıyla başlandı". Aslında, "Makhnocuların, Bolşevikler, sol Sosyalist-Devrimciler ve diğer devletçilere uygulanmasını gerekli gördükleri yegâne kısıtlama, halk üzerinde bir diktatörlük dayatmayı amaçlayan 'devrimci komiteler' oluşumunu yasaklamaktı" (Op.Cit., s. 153 ve s. 154).
Makhnocular, Bolşeviklerin sovyetleri yozlaştırmasını kabullenmediler, bunun yerine "otoriteler ve onların rastgele yasaları olmaksızın, çalışan insanların özgür ve tam bağımsız sovyet sistemi"ni önerdiler. Beyanatlarında şu belirtiliyordu: "emekçi insanların irade ve arzularını yansıtacak sovyetleri emekçi insanların kendileri özgürce seçmelidir, bunun anlamı şudur: yöneten değil, YÖNETSEL sovyetler". Ekonomik olarak, kapitalizm devletle birlikte yıkılacaktır --toprak ve işyerleri "emekçi insanların kendilerine, orada çalışanlara ait olmalıdır; yani, toplumsallaştırılmalıdırlar" (Op.Cit., s. 271 ve s. 273).
Kızıl Ordu ile keskin bir zıtlık içindeki ordu esas olarak demokratikti (her ne kadar İç Savaş'ın korkunç doğası bu idealden bazı sapmalara neden olmuş olsa da --ancak Troçki tarafından Kızıl Ordu'ya dayatılan rejimle karşılaştırıldığında, Makhnocular çok daha demokratik bir hareketti).
Anarşistlerin Ukrayna'daki özyönetim deneyimi, Bolşeviklerin artık onlara ihtiyacı kalmamasıyla ("Beyazlar"a veya Çar yanlılarına karşı eski müttefikleri olan) Makhnocuları hedef alması sonucunda kanlı bir sonla noktalandı. Bu önemli hareket SSS'ın "Makhnocu hareket Bolşevizm'in alternatifinin olduğunu nasıl göstermiştir?" başlıklı ek kısmında tam olarak tartışılmaktadır. Ancak, Makhnocu hareketin en açık derslerinden birini burada vurgulamalıyız; yani Bolşeviklerce izlenen diktatörce politikaların onlara objektif koşullar tarafından dayatılmamış olduğu [dersini]. Aksine, Bolşevizmin siyasal düşüncelerinin aldıkları kararlar üzerinde açık bir etkisi olmuştur. Herşeyden öte, Makhnocular da aynı İç Savaş'ın içinde bulunuyorlardı, ancak Bolşeviklerin izlediği parti iktidarı politikalarını takip etmediler. Aksine, oldukça güç koşullar altında (ve Bolşevikler bu politikalara güçlü bir şekilde karşı çıkarken) dahi, işçi sınıfı özgürlüğünü, demokrasisini ve gücünü teşvik ettiler. Sol'un kabul ettiğe genel görüşe göre, Bolşeviklerin önünde başka bir alternatif yoktu. Makhnocuların deneyimi bunun geçersizliğini ispat ediyor. Kitlelerin ve iktidardakilerin siyasal olarak yaptıkları ve düşündükleri şeyler, seçenekleri kısıtlayan nesnel engeller kadar tarihin sonucunu belirleyen sürecin de bir parçasıdır. Açıktır ki, düşünceler önemlidir ve dolayısıyla Makhnocular Bolşevizme karşı pratik bir alternatifin --anarşizmin-- geçmişte (ve bugün) varolduğunu göstermişlerdir.
1987 yılına gelene değin, Moskova'da düzenlenen son anarşist yürüyüş 10.000 kişinin tabutunun ardından yürüdüğü Kropotkin'in 1921'deki cenaze töreni oldu. "Otoritenin olduğu yerde özgürlük yoktur" ve "İşçilerin kurtuluşu işçilerin kendi görevidir" sloganları yazılı kara pankartlar taşıyorlardı. Yürüyüş kolu Butyrki hapishanesini geçerken, mahkûmlar anarşist şarkılar söyleyerek ve hücrelerinin demir parmaklıklarına vurarak onlara katıldılar.
Anarşistlerin Rusya'daki Bolşevik rejime muhalefetleri 1918'de başladı. "Devrimci" rejim tarafından bastırılan ilk sol-kanat grup onlar oldular. Rusya'nın dışındaki anarşistler, Bolşevik rejimin baskıcı doğası hakkında anarşist kaynaklardan haberler gelene kadar Bolşevikleri desteklemeye devam ettiler (o zamana kadar, çoğu olumsuz raporları kapitalist-yanlı kaynaklar olarak dikkate almamışlardı). Güvenilir raporlar gelmeye başlayınca, dünya genelindeki anarşistler Bolşevizmi, onun parti iktidarı ve baskı sistemini reddettiler. Bolşevizm deneyimi Bakunin'in Marksizmin anlamına dair şu tahminini haklı çıkardı: "[Marksizm], halkın, gerçek veya öyleymiş gibi davranan aydınların [oluşturduğu] yeni ve çok küçük bir aristokrasi tarafından, oldukça despotça bir şekilde yönetilmesi [demektir]. İnsanlar bilgili değillerdir, dolayısıyla hükümet eliyle özgürleştirilecek ve bütünüyle yönetilenler sürüsüne dahil edileceklerdir" (Devletçilik ve Anarşi, s. 178-9).
1921'den itibaren, Rusya dışındaki anarşistler, bireysel patronlar ortadan kaldırılmış olsa da, Sovyet devlet bürokrasisinin Batı'daki bireysel patronların rolünü üstlendiğini belirtmek üzere SSCB'yi "devlet-kapitalist" bir ulus olarak tanımlamaya başladılar (Rusya içindeki anarşistler zaten 1918'den beri böyle adlandırıyorlardı). Anarşistlere göre, "Rus devrimi ... iktisadi eşitliğe ... ulaşmaya çalışıyor; ... bu çaba Rusya'da son derece merkezileşmiş bir parti diktatörlüğü altında yapılıyor ... parti diktatörlüğünün demirden yasası altında, son derece merkezileşmiş bir devlet komünizmi temelinde Rusya'da komünist bir cumhuriyet kurma çabası başarısız olmaya mahkûmdur. Rusya'dan komünizmin nasıl uygulanmayacağını öğreniyoruz" (Anarşizm, s. 254).
Rus Devrimi ve anarşistlerin oynadığı rol hakkında daha fazlası için, SSS'ın "Rus Devrimi" başlıkla ek kısmına bakınız. Bu ek, Kronştad ayaklanması ve Makhnocuları ele almasının yanı sıra, devrimin neden başarız olduğunu, Bolşevik ideolojinin bu başarısızlıktaki rolünü ve o dönemde Bolşevizmin alternafinin bulunup bulunmadığını tartışmaktadır.
Şu kitapların okunması da tavsiye edilir: Voline'dan Bilinmeyen Devrim; G.P. Maksimov'dan İşleyen Giyotin; Alexander Berkman'dan Bolşevik Efsane ve Rus Trajedisi; M. Brinton'dan Bolşevikler ve İşçi Kontrolü; Ida Mett'den Kronştad Ayaklanması; Peter Arshinov'dan Makhnocu Hareketin Tarihi; Emma Goldman'dan Rusya'daki Hayal Kırıklığım ve Hayatımı Yaşarken; Alexandre Skirda'dan Nestor Makhno - Anarşinin Kazak'ı: Ukrayna'da özgür sovyetler mücadelesi, 1917-1921.
Bu kitapların çoğu devrim sırasında aktif
olan, Bolşevikler tarafından hapsedilen, Bolşeviklerin Leninizm'e
kazanmaya
çalıştığı Moskova'ya gelen anarko-sendikalist delegelerin yarattığı
uluslararası
baskı sayesinde Batı'ya sınırdışı edilen anarşistler tarafından
yazılmıştır.
Bu delegelerin çoğunluğu liberter politikalarına bağlı kalmış ve [üyesi
oldukları] sendikaların Bolşevizmi reddederek Moskova ile bağlarını
koparmalarını
sağlamışlardır. 1920'nin başlarına gelindiğinde, bütün anarko-sendikalist
sendika
konfederasyonları, bir devlet kapitalizmi ve parti diktatörlüğü olması
yüzünden Rusya'daki "sosyalizm"in reddedilmesi konusunda anarşistlere
katılmıştı.
A.5.5 İTALYAN FABRİKA İŞGALLERİNDE ANARŞİSTLER
Birinci Dünya Savaşı'nın sona ermesinin ardından, tüm Avrupa'da ve dünyada kitlesel bir radikalleşme başlamıştı. Sendika üye sayıları patlamış; grevler, gösteriler ve çalkantılar muazzam seviyelere ulaşmıştı. Bu kısmen savaş yüzünden, kısmen ise Rus Devrimi'nin görünüşteki başarısı yüzündendi. Rus Devrimi'nin çoşkusu Joseph Labadie gibi bireyci anarşistlere bile bulaşmıştı; [o da] diğer pek çok anti-kapitalist gibi, "doğu'daki kızıllığın daha parlak bir günün umudunu {müjdelediğini}", ve Bolşeviklerin "endüstriyel kölelik cehenneminden çıkmak için en azından övgüye değer çabalar gösterdiği"ni söylüyordu (Carlotte R. Anderson'un alıntısı, Önde Gelen Amerikalı Anarşistler, s. 225 ve s. 241).
Avrupa çapında, anarşist düşünceler daha da popülerleşiyor ve anarko-sendikalist sendikalar büyüklük olarak gelişiyorlardı. Örneğin, bu mayalanma Britanya'da işçi temsilcileri hareketini ve Clydeside grevlerini ortaya çıkardı; Almanya, IWW'dan esinlenen endüstriyel sendikacılığın ve "Konsey Komünizmi" [Council Communism] olarak adlandırılan Marksizmin liberter bir biçiminin yükselişine tanıklık etti; İspanya'da anarko-sendikalist CNT'nin muazzam büyümesi yaşandı. Bunların yanı sıra, bu dönem ne yazık ki hem sosyal demokrat hem de komünist partilerin yükselişine de tanıklık etti. İtalya bir istisna değildi.
Turin'de, yeni bir alttan [üyelerden] yükselen [rank-and-file] bir hareket gelişiyordu. Bu hareket (özellikle ad hoc [sadece bu amaca yönelik olarak oluşturulmuş] şikayet komiteleri olarak seçilen) "dahili komisyonlar" etrafında temellenmişti. Bu yeni örgütlenmeler doğrudan doğruya belirli bir işyerinde birlikte çalışan, 15-20 civarında işçi arasından --belirli sorumluklara sahip ve geri &cceddil;ağırılabilir olarak-- seçilen işçi temsilcisi gruplarına dayanıyordu. Ardından belli bir tesisteki bütün işçi temsilcilerinin [oluşturduğu] meclis, bu amaçlar doğrultusunda "fabrika konseyi" olarak adlandırılan işçi temsilcileri organına karşı doğrudan ve sürekli sorumlu olan bir "dahili komisyon" seçiyordu.
Kasım 1918 ile Mart 1919 arasında, dahili komisyonlar sendika hareketi içinde ulusal bir mesele haline geldi. 20 Şubat 1919'da İtalyan Metal İşçileri Federasyonu (FIOM), fabrikalarda "dahili komisyonlar" seçilmesini sağlayan bir sözleşme yapma hakkını kazandı. Hemen ardından işçiler, bu işçi temsilciliği organlarını yönetsel fonksiyonları olan fabrika konseylerine dönüştürmeye giriştiler. Mayıs 1919'a gelindiğinde, dahili komisyonlar "metal işleri endüstrisindeki hâkim güç haline geliyorlardı ve sendikalar marjinal idari birimler haline dönüşme tehlikesi altındaydılar. Reformistlerin gözünde, endişe verici bu gelişmelerinden arkasında liberterler bulunuyordu" (Carl Levy, Gramsci ve Anarşistler, s. 135). Kasım 1919'a gelindiğinde, Turin dahili komisyonları fabrika konseylerine dönüştürülmüştü.
Turin'deki hareket genellikle, ilk sayısı 1 Mayıs 1919'da yayınlanan haftalık L'Ordine Nuovo (Yeni Düzen) dergisiyle ilişkilendirilir. Daniel Guerin'in özetlediği üzere, [bu dergi] "Carlo Petri takma adıyla yazan anarşist fikirlere sahip Turin Üniversitesi'nden bir felsefe profesörünün ve keza Turin liberterlerinin bütün çekirdek kadrosunun katkılarıyla, sol sosyalist Antonio Gramsci'nin editörlüğü altında [yayınlanıyordu]. Ordine Nuovo grubu, fabrikalarda belli bir kesim tarafından, özellikle de metal sanayisindeki anarko-sendikalist militanlar Pietro Ferrero ve Maurizo Glarino tarafından destekleniyordu. Ordine Nuovo manifestosu, fabrika konseylerini 'hem ayrı ayrı fabrikaların hem de bütün bir toplumun gelecekteki komünist yönetimine uygun organlar' olarak kabul etmek noktasında anlaşmaya varan sosyalistler ve anarşistler tarafından ortaklaşa imzalandı" (Anarchism, s. 109).
Turin'deki gelişmeler soyutlanmış bir halde değerlendirilmemeli. Bütün İtalya genelinde işçiler ve köylüler eyleme geçiyorlardı. Şubat 1920'nin sonlarına doğru, Liguria, Piedmont ve Napoli'de fabrika işgalleri dalgası başlamıştı. Liguria'da ücret görüşmelerinin kesilmesinin ardından, işçiler Sestri Ponente, Cornigliano ve Campi'deki metal ve gemi yapımı fabrikalarını işgal ettiler. Dört gün boyunca, sendikalist önderlik altında, fabrika konseyleri aracılığıyla fabrikaları çalıştırdılar.
Bu dönemde İtalyan Sendikalist Birliği (USI) 800.000 üye sayısına ulaşmıştı; 20.000 üyeli İtalyan Anarşist Birliği (UAI) ile günlük gazetesinin (Umanita Nova) etkisi de paralel bir şekilde büyümüştü. Gallerli Marksist tarihçi Gwyn A. Williams'ın belirttiği üzere, "Anarşistler ve devrimci sendikalistler, soldaki en tutarlı ve bütüncül devrimci gruptu ... sendikalizm ile anarşizm tarihinin 1919-20'deki en belirgin özelliği [şuydu]: hızlı ve neredeyse sürekli bir büyüme. ... Sendikalistler herşey öte sosyalist hareketin yakalamakta tamamen başarısız olduğu militan işçi-sınıfı görüşünü yakalamıştı" (Proletar Düzen, s. 194-195). Turin'de, liberterler "FIOM ile beraber çalışıyorlardı" ve "Ordine Nuovo kampanyasına da başlangıcından itibaren yoğun bir şekilde katılmışlardı" (Op. Cit., s. 195). Ordine Nuovo'nun diğer sosyalistler tarafından "sendikalist" olarak suçlanmasına şaşmamak gerek.
İşyerlerini işgal etme fikrini ilk ortaya atanlar anarşistler ve sendikalistlerdi. Malatesta, Umanita Nova'nın Mart 1920 tarihli sayısında bu fikri tartışıyordu. Kendi sözleriyle, "Genel grev protestoları artık kimseyi rahatsız etmiyor. ... Artık başka bir şeye yönelmeli. Biz bir öneri getiriyoruz: fabrikalara el koyun ... kesinlikle geleceği olan bir yöntem, çünkü bu işçi hareketinin nihai hedeflerine denk düşmekte ve nihai mülksüzleştirme eylemi için hazırlık işlevi gören bir uygulamayı meydana getirmekte" (Errico Malatesta: Yaşamı ve Fikirleri, s. 134). Aynı ay içinde, "Milan'da konseyler kurmak üzere yürütülen güçlü sendikalist kampanya [sırasında], {USI'nın anarşist başkan yardımcısı} Armando Borghi kitlesel fabrika işgalleri çağrısı yapıyordu. Turin'de işyeri komiserlerinin yeniden seçilmesi, iki haftadır süren ateşli tartışma düşkünlüğünü yeni sonlandırmıştı ve işçiler hararetlenmişti. {Fabrika Konseyi} Komiserleri fabrika işgalleri çağrısında bulunmaya başladılar". Aslında, "Turin dışındaki konsey hareketi temel olarak anarko-sendikalistti". Hiç de şaşırtıcı olmayacak biçimde, sendikalist metal-işçileri sekreteryası "Turin konseylerine destek sağlanması için uğraşıyordu, çünkü onlar fabrikaların kontrol altına alınmasını amaçlayan ve sendikalist endüstriyel birliklerin ilk hücreleri olabilecek, anti-bürokratik doğrudan eylemi temsil etmekteydiler. ... Sendikalist kongresi oylama sonucunda konseylerin desteklenmesine karar verdi. ... Malatesta, ... onları isyankârlık üretmeyi garanti altına alan bir doğrudan eylem biçimi olarak destekledi. ... Umanita Nova ve {USI'nın gazetesi} Guerra di Classe, neredeyse L'Ordine Nuovo ve Avanti'nin Turin baskısı kadar kendilerini konseylere adamışlardı" (Williams, Op. Cit., s. 200, s. 193 ve s. 196).
Militanlıktaki bu patlama kısa süre içinde patronların karşı saldırısını harekete geçirdi. Patronların örgütü fabrika konseylerini suçlayarak onlara karşı harekete geçme çağrısında bulundu. İşçiler ayaklanıyor ve patronların emirlerine uymayı reddediyorlardı --fabrikalarda "disiplinsizlik" artıyordu. [Patronlar], mevcut endüstriyel düzenlemelerin uygulanması için hükümetin desteğini kazandılar. FIOM tarafından 1919'da kazanılan sözleşme, dahili komisyonların üretim bölümlerinde yasaklanmasını ve [faaliyetlerinin] çalışma saatleri dışıyla sınırlandırılmasını sağlıyordu. Bu, Turin'deki işçi temsilcileri hareketinin yürüttüğü --işçi temsilcilerini seçmek üzere çalışmanın durdurulması gibi-- faaliyetlerin, sözleşmenin ihlali anlamına gelmesi demekti. Hareket esasen kitlesel bir itaatsizlik sayesinde sürüyordu. Patronlar yapılmış sözleşmenin ihlal edilmesini, Turin'deki fabrika konseyleri ile mücadele etmenin bir aracı olarak kullandılar.
İşverenlerle nihai hesaplaşma, Fiat'daki işçi temsilcileri genel meclisinin, birçok işçi temsilcisinin işten çıkarılmasını protesto etmek üzere oturma eylemine başlamasıyla Nisan'da gerçekleşti. Bunun üzerine işverenler genel bir lokavt ilan ettiler. Hükümet, büyük bir kuvvet gösterisi, fabrikaları işgal eden birlikleri ve doğrultulmuş makinalı tüfekleriyle lokavt kararını destekledi. İki haftalık grevin ardından işçi temsilcileri hareketi anlaşmazlık konusu olan acil konularda feragat etmeye karar verdiğinde, işverenler işçi temsilcileri konseyinin [faaliyetlerinin] FIOM'la yapılan sözleşmeye uygun olarak çalışma saatleri dışıyla sınırlı olması ve idari kontrolün tekrar uygulanması taleplerini dayattılar.
Bu talepler fabrika konseyleri sistemini hedef alıyordu ve Turin işçi hareketi bunu savunmak üzere kitlesel bir genel grevle cevap verdi. Turin'de greve katılım tamdı, [grev] kısa zaman içinde Piedmont bölgesinin geneline yayıldı ve en yüksek döneminde 500.000 işçiyi kapsamaktaydı. Turin grevcileri grevin tüm ülkeye yayılması çağrısı yaptılar; genelde sosyalistlerin önderliğinde oldukları için de CGL sendikasına ve Sosyalist Parti liderlerine yöneldiler, [onlar ise] bu çağrıyı reddeddiler.
Turin genel grevine tek destek, bağımsız demiryolu ve deniz işletmeleri işçileri sendikaları gibi anarko-sendikalist etki altında olan sendikalardan geldi ("Bir tek sendikalistler harekete geçtiler". Pisa ve Floransa'daki demiryolu işçileri, Turin'e gönderilecek olan askeri birlikleri taşımayı reddettiler. Cenova genelinde, USI'nın oldukça etkili olduğu liman işçileri arasında ve işyerlerinde grevler vardı. Williams'ın belirttiği üzere, "sosyalist hareketin tamamı tarafından ihanet edilmiş ve terk edilmiş ol"masına karşın Nisan hareketi, "anarko-sendikalistlerin doğrudan yaptığı ve dolaylı olarak esinlendirdiği ... eylemler" ile "hala popüler destek bulmaktaydı". Bizzat Turin'de, anarşistler ve sendikalistler, "konsey hareketini (Gramsci'nin ve Ordine Nuovo'nun etkisinden) koparmakla tehdit ediyorlardı" (Williams, Op. Cit., s. 207, s. 193 ve s. 194).
En sonunda, CGL liderliği, işverenlerin ana talebi olan işçi temsilcileri konseylerinin faaliyetlerinin çalışma saatleri dışıyla sınırlandırılmasını kabul ederek grevleri sona erdirdi. Konseyler artık faaliyetleri ve üretim bölümlerindeki varlıkları açısından oldukça kısıtlanmış olsalar da, Eylül'deki fabrika işgalleri sırasında bu konumlarını tekrar kazanacaklardı.
Anarşistler "sosyalistleri ihanetle suçladılar. Sosyalistleri kendi korkak liderliklerine bağımlı kılan, yanlış olduğuna inandıkları disiplin anlayışları [nedeniyle] eleştirdiler. Her hareketi 'hesapların, korkuların, hataların ve liderlerinin olası ihanetlerine' mahkum eden bu disiplinle; Turin'le dayanışma içinde mücadele eden Sestri Ponente işçilerinin disiplinini, güvenlik güçlerini Turin'e taşımayı reddeden demiryolu işçilerinin, parti ve grup hesaplarını unutarak kendilerini Torinesi'nin emrine adayan anarşistlerin ve Unione Sindicale üyelerinin disiplinini karşılaştırdılar" (Carl Levy, Op. Cit., s. 161). Ne üzücüdür ki, sosyalistlerin bu yukarıdan-aşağı "disiplini", fabrika işgalleri sırasında korkunç sonuçlarıyla birlikte kendini tekrar edecekti.
Eylül 1920'de, ücret kesintileri ve lokavtlara karşı İtalya genelinde oturma eylemleri düzenlendi. "Kriz ortamının merkezinde, sendikalistlerin yükselişi vardı". Ağustos ortasında, USI metal işçileri "her iki sendikanın da fabrikaları işgal etmesi çağrısında bulundu" ve lokavtlara karşı "önleyici işgaller" çağrısı yaptı. USI, ("gerekli tüm tedbirlerle" savunulması gereken) bunu "fabrikalara metal işçileri tarafından el konulması" olarak değerlendirdi ve "diğer sanayilerdeki işçilerin de mücadeleye çağrılmasının" gerektiğini gördü (Williams, Op. Cit., s. 236 ve s. 238-9). Aslında, "eğer FIOM işverenlerin lokavtına karşı fabrikaların işgal edilmesi şeklindeki sendikalist düşünceyi kucaklamamış olsaydı, USI pekala Turin'deki siyasal açıdan aktif olan işçi sınıfı arasında büyük bir destek kazanabilirdi" (Carl Levy, Op. Cit., s. 129). Bu grevler motor fabrikalarında başladı ve kısa sürede demiryollarına, yol taşımacılığına ve diğer endüstrilere sıçradı --köylüler de topraklara el koyuyordu. Ancak, grevlerciler yalnızca işyerlerini işgal etmekle yetinmediler; [işyerlerini] işçilerin özyönetimine bıraktılar. Çok geçmeden 500.000'den fazla "grevci", kendileri adına üretmek üzere işbaşı yapmıştı. Bu olaylara katılan Errico Malatesta şöyle yazıyor:
"Metal işçileri ücretler meselesiyle hareketi başlattılar. Bu yeni tür bir grevdi. Fabrikaları terk etmek yerine, çalışmadan içerde kalmak fikri vardı. ... İtalya çapında işçiler arasında devrimci bir coşku vardı ve kısa zaman içinde taleplerin nitelikleri değişti. İşçiler, ilk ve son defa olmak üzere, tüm üretim araçlarının sahipliğini ele geçirmek için anın uygun olduğunu düşündüler. Savunma için silahlandılar ... ve üretimi kendi başlarına düzenlemeye başladılar. ... Ortadan kaldırılan aslında mülkiyet hakkıydı ... ; çoşkuyla doğan şey, yeni bir rejim, yeni bir toplumsal yaşam biçimiydi. Ve hükümet arka çıktı, çünkü muhalefet etmekten aciz olduğunu hissetti" (Errico Malatesta: Yaşamı ve Fikirleri, s. 134)
Daniel Guerin hareketin boyutları hakkında iyi bir özet sunuyor:
"Fabrikaların yönetimi ... teknik ve idari işçi komiteleri tarafından yürütülüyordu. Özyönetim oldukça yol katetmişti: ilk zamanlarda bankalardan destek sağlandı, ancak bu [destek] geri çekilince, özyönetim sistemi işçilerin ücretlerini ödemek üzere kendi parasını bastı. Çok katı bir özdisiplin gerekiyordu; alkollü içeceklerin kullanılması yasaklandı ve savunma amacıyla silahlı devriyeler örgütlendi. Özyönetim altındaki fabrikalar arasında çok yakın bir dayanışma kuruldu. Madenler ve kömür ortak bir havuza konarak adaletli bir şekilde paylaştırıldı" (Anarşizm, s. 109).
İtalya, "yarım milyon işçinin [çalıştıkları] fabrikaları işgal ederek kızıl ve kara bayrakları göndere çekmesiyle felç olmuştu". Hareket yanlızca Milan, Turin ve Cenova etrafındaki endüstriyel merkezleriyle sınırlı kalmayarak, Roma, Floransa, Napoli ve Palermo'ya sıçramış, bütün İtalya'ya yayılmıştı. Umanita Nova "hareket oldukça ciddidir ve bizler onun hızlı bir şekilde yayılması için gereken herşeyi yapmalıyız" derken, "USI'lı militanlar kesinlikle hareketin en ön saflarında yer alıyorlardı". USI'nın ısrarlı çağrıları, "'el koyma[yla sonuçlanacak] genel grevleri' yerleştirmek için hareketi tüm sanayiye yaymak" amacını güdüyordu (Williams, Op. Cit., s. 236 ve s. 243-4). Liberterlerin etkisi altındaki demiryolu işçileri askeri birliklerin taşımayı reddetti, işçiler reformist sendikaların aksi yöndeki kararlarına rağmen greve katıldılar ve köylüler de toprakları işgal ettiler. Anarşistler, "fabrikaların ve toprakların işgal edilmesi bizim eylem programımıza tam manasıyla uymaktadır" diyerek hareketi olarak bütün kalpleri ile desteklediler (Malatesta, Op. Cit., s. 135). Luigi Fabri, işgalleri "proletaryanın o güne değin farkında olmadığı gücünü ortaya çıkar"mıştı diye anlatıyor (Paolo Spriano'nun alıntısı, Fabrikaların İşgali, s. 134).
Ancak, dört haftalık işgalin ardından işçiler fabrikaları terk etmeye karar verdiler. Bunun sebebi, Sosyalist Parti ve reformist sendikaların eylemleriydi. Onlar harekete karşı çıkıyor ve patronlarla işbirliği içinde, işçilerin kontrolünü yasal olarak genişletme vaadi karşılığında "normal"e dönüş için devletle pazarlık yapıyorlardı. Devrim sorunu, Sosyalist Parti'nin herhangi bir karar almayı reddetmesinin ardından --sendikalist sendikalara danışılmaksızın-- CGL'nin 10-11 Nisan'da Milan'da topladığı ulusal konsey tarafından oylamayla karara bağlandı.
Söylemek gereksiz, bu "işçi kontrolü" sözü tabii ki tutulmadı. Fabrikalar arasında bağımsız örgütlerin yokluğu, diğer şehirlerde neler olup bittiğini öğrenmek konusunda işçilerin sendika bürokratlarına bağımlı kalmasına yol açtı; onlar da bu gücü fabrikaları, şehirleri ve fabrikaları birbirlerinden ayırmak için kullandılar. Bu ise, "fabrikalara dağılmış bulunan bireysel anarşistlerin muhalefetine rağmen" işbaşı yapılmasıyla sonuçlandı (Malatesta, Op.Cit., s. 136). Reformist sendikaların işbirliği yapmayı reddetmesi yüzünden yerel sendikalist sendika konfederasyonları tam anlamıyla uyumlu bir işgal hareketini gerçekleştirmek için gerekli yapıyı oluşturamadılar; anarşistler de büyük bir azınlık olmalarına rağmen yine de azınlıktılar:
"Sendikalist birlik, 12 Eylül'de düzenlenen (Unione Anarchia'nın, demiryolu işçileri ve deniz işletmeleri sendikalarının katıldığı) 'proletarlar-arası' kongrede, sosyalist parti ve CGL olmadan 'kendi başımıza bunu yapamayız' kararı aldı; azınlıkçı, keyfi ve hükümsüz olduğunu ilan ettiği Milan'daki 'karşı-devrimci oylama'yı protesto etti; yeni ve belirsiz, ancak ateşli eylem çağrıları yaparak sonuçlandı" (Paolo Spriano, Op.Cit., s. 94).
Malatesta Milan'daki fabrikalardan birisinde işçilere hitap etti. Şöyle diyordu, "{Confederazione ile kapitalistler arasında} Roma'da imzalanan anlaşmayı büyük bir zafer olarak kutlayanlar sizi kandırıyorlar. Zafer gerçekte eşiğine geldikleri uçurumun kenarından kurtarılan Giolitti'ye, hükümete ve burjuvaziye aittir". İşgaller sırasında, "burjuvazi sarsılıyordu, hükümet ise durumu göğüsleyecek güce sahip değildi". Bu nedenle:
"Roma anlaşması, kurtulmanın eşiğine geldiğiniz burjuvazinin sömürüsüne sizi tekrar maruz bırakırken, zaferden söz etmek bir yalandır. Eğer fabrikalardan vazgeçecekseniz, bunu büyük bir savaşı kaybetttiğinize inanarak, ilk fırsatta mücadeyi yeniden canlandırmak ve sonuna kadar götürmek niyetiyle yapın. ... Zaferin aldatıcı niteliği hakkında hayallere kapılmıyorsanız, kaybedilmiş bir şey yoktur. Fabrikaların kontrolü hakkındaki ünlü kararname bir maskaralıktır... çünkü bu [kararname] sizin çıkarınızla burjuvazininkini, kurtla kuzunun çıkarlarını uyumlu kılmak gibi uyumlu hale getirmek eğilimindedir. Her gün devrimi başka bir güne erteleyerek sizi aptal yerine koyan liderlerinize inanmayınız. Zamanı geldiğinde, asla gelmeyecek veya geldiğinde de size eyleminizden vazgeçmenizi söylemek için gelecek olan emirleri beklemeksizin devrimi kendiniz gerçekleştirmelisiniz. Kendinize güvenin, geleceğe inançla bakın, kazanacaksınız" (Max Nettlau'nun alıntısı, Errico Malatesta: Bir Anarşistin Otobiyografisi).
Malatesta'nın haklı olduğu kanıtlandı. İşgallerin sona ermesiyle zafer kazananlar yanlızca burjuvazi ve hükümet olmuştu. Çok geçmeden işçiler Faşizm ile karşılaşacaklardı; ancak bundan önce Ekim 1920'de, "fabrikaların boşaltılmasının ardından" (gerçek tehditin kimden geldiğini açıkça bilen) hükümet, "USI ve UAL'ın bütün lider kadrolarını tutukladı. Sosyalistler buna yanıt vermediler" ve "artık yaşlanmış olan Malatesta'nın ve diğer tutuklu anarşistlerin Milan'daki hücrelerinde açlık grevine başladığı 1921 baharına gelinceye kadar da liberterlerin yargılanmalarını az çok görmezden geldiler" (Carl Levy, Op.Cit., s. 221-2). Dört günlük bir yargılamanın ardından hepsi beraat etti.
1920 olayları dört şeyi gösterdi. Birincisi, işçiler patronları olmaksızın kendi işyerlerini başarılı bir şekilde idare edebilirler. İkincisi, anarşistlerin emek hareketiyle ilgilenmeleri gerektiğiyle ilgilidir. USI'nin desteği olmadan, Turin hareketi belki daha da fazla yalıtılmış olacaktı. Üçüncüsü, sınıf mücadelesini etkileyebilmeleri için anarşistlerin örgütlenmeleri gereklidir. UAI ve ISI'nın hem etki hem de boyut olarak büyümesi bunun önemini gösteriyor. Anarşistler ve sendikalistler fabrikaların işgal edilmesi fikrini ortaya getirmemiş ve hareketi desteklememiş olsaydılar, [hareketin] bu kadar başarılı olacağı ve yayılacağı şüpheli bir hale gelirdi. Son olarak, hiyerarşik tarzda örgütlenen sosyalist örgütler devrimci bir üyelik üretmemekteriler. Devamlı olarak liderlere bakan, hareket sakat kalmış ve tam potansiyeline ulaşamamıştır.
İtalyan tarihinin bu dönemi Faşizmin İtalya'daki büyümesini açıklar. Tobia Abse'nin belirttiği üzere, "faşizmin yükselişi, öncesindeki 1919 ve 1920'nin kızıl yıllarındaki (biennio rosso) olaylardan ayrı tutulamaz. Faşizm, başarısız olan devrimin sonucunda başlatılan ... bir önleyici karşı-devrimdi" ("Bir Sanayi Kentinde Faşizmin Yükselişi", s. 54, İtalyan Faşizmini Yeniden Düşünmek içinde, David Forgas (ed.), s. 52-81). "Önleyici karşı-devrim" terimi aslen önde gelen anarşistlerden Luigi Fabbri tarafından geliştirilmişti.
Malatesta'nın fabrika işgalleri döneminde söylediği üzere, "{e}ğer sonuna kadar gitmezsek, şu anda burjuvazinin içine saldığımız korkunun bedelini kanlı gözyaşlarıyla ödeyeceğiz" (Tobias Abse'nin alıntısı, Op.Cit., s. 66). Daha sonra, işçi sınıfına yerini öğretmek üzere kapitalistler ve zengin toprak sahipleri faşistleri desteklediklerinde, olaylar [Malatesta'yı] doğrulamıştır. Tobias Abse'nin sözleriyle:
"1921-22'de Faşistlerin ve sanayicilerle tarımcılar arasında onları destekleyenlerin amacı basitti: örgütlü işçilerin ve köylülerin gücünü mümkün olduğunca parçalamak; kurşun ve sopalarla, sadece biennio rosso'nun kazanımlarını değil, yüzyılın başıyla Birinci Dünya Savaşı'nın patlaması arasındaki dönem zarfında ... alt sınıfların kazandığı herşeyi ortadan kaldırmak" (Op.Cit., s. 54).
Faşist ekipler anarşist ve sosyalist toplantı yerlerine, toplumsal merkezlere, radikal basına ve Camera del Lavaro'lara (yerel sendika konseylerine) saldırdılar ve tahrip ettiler. Ancak, faşist terörün bu karanlık günlerinde bile anarşistler totaliterliğin kuvvetlerine karşı direndiler. "Faşizme karşı en güçlü işçi-sınıfı direnişinin ... oldukça güçlü anarşist, sendikalist veya anarko-sendikalist geleneklere sahip şehirlerde ve kasabalarda olması bir rastlantı değildi" (Tobias Abse, Op.Cit., s. 56).
Anarşistler, işçilerin çıkarlarının savunulmasına adanmış bir işçi-sınıfı örgütü olan Arditi del Popolo'ya katıldılar ve sıklıkla da onun şubelerini örgütlediler. Arditi del Popolo, işçi-sınıfını örgütlüyor ve onları faşist birliklere direniş göstermeye teşvik ediyordu; sıklıkla daha büyük olan faşist kuvvetleri bozguna uğratılıyordu (örneğin, anarşistlerin merkezi olan Parma'da Ağustos 1922'de "binlerce [kişilik] Italo Balbo ekiplerinin, işçi sınıfı semtlerinde oturanların desteğini arkalarına alan birkaç yüz [kişilik] Arditi del Pobolo [üyesi] tarafından rezil edilmesi alınması" gibi (Tobias Abse, Op.Cit., s. 56).
Arditi del Popolo, Malatesta ve UAI'nin
belirttikleri gibi, İtalya'da faşizm karşısında birleşik bir devrimci
işçi-sınıfı
cephesi fikrine en yakın fikirdi. Bu hareket, "burjuvazi karşıtı ve
anti-faşist çizgilerde gelişmiş, yerel şubelerinin bağımsızlığıyla
öne çıkmıştı" (Kızıl Yıllar, Kara Yıllar: İtalya'da Faşizme Karşı Anarşist Direniş, s. 2). Arditi "anti-faşist" bir örgüt olmanın
ötesinde,
"soyut bir 'demokrasi'yi savunan bir hareket de değildi; esasen
sanayi işçilerinin, liman işçilerinin ve büyük sayıdaki zanaatkâr ve el
emekçisinin çıkarlarını savunmaya adanmış bir işçi-sınıfı örgütüydü"
(Tobias Abse, Op.Cit., s. 75). Arditi del Popolo'nun "en
güçlü ve başarılı olduğu yerlerin, Bari, Livorno,
Parma ve Roma gibi geleneksel işçi sınıfı siyasal
kültürünün yalnızca komünist gelenekle sınırlı
olmayıp, güçlü anarşist veya sendikalist geleneklerin etkisinde olduğu bölgeler olduğu gözleniyor" (Antonio Sonnessa, "İşçi Sınıfı Savunma Örgütlenmesi, Anti-Faşist Direnişler ve Turin'de Arditi del Popolo, 1919-22", s. 183-218, European History Quarterly, cilt 33, sayı 2).
Ancak, hem sosyalist hem de komünist partiler bu örgütten çekildiler. Sosyalistler, Ağustos 1921'de Faşistlerle "Uzlaşma Anlaşması" imzaladılar. Komünistler ise "üyelerinin anarşistlerle çalışmasına izin vermektense, onları Arditi del Popolo'dan uzaklaştırmayı tercih ettiler" (Kızıl Yıllar, Kara Yıllar, s. 17). Aslında, "anlaşmanın imzalandığı gün, Ordine Nuovo PCd'I'nın (İtalya Komünist Partisi) komünistleri" Arditi del Popolo "ile ilgilenmemeleri konusunda uyaran bir bildirisini yayımladı". Dört gün sonra Komünist liderlik "hareketle ilişkisini resmen kesti." Örgütle "ilişki içinde olmayı sürdüren komünistlere karşı ciddi disiplin tedbirleri tehditi getirildi". Böylece, "1921 Ağustos ayının ilk haftasına gelindiğinde, PSI, CGL ve PCd'I resmen" örgütü "mahkum etmişlerdi". "(Arditi del Popolo)nun programına her zaman sempatiyle yaklaşmamalarına karşın hareketi terk etmeyen bir tek anarşist liderler oldu". Aslında, Umanita Nova, "anti-faşist direnişin popüler bir ifadesini temsil etmesi ve örgütlenme özgürlüğünü savunması temellerinde (hareketi kuvvetle destekledi" (Antonio Sonnessa, Op.Cit., s. 195 ve s. 194).
Ancak, liderlerinin aldığı karara rağmen alt kademelerdeki birçok sosyalist ve komünist hareketin içinde yer almıştır. Komünistler, "PCd'I liderliğinin (hareketten) giderek uzaklaşmasına açıkça isyan ederek" katılmışlardı. Örneğin, Turin'de, Arditi del Popolo'da yer alan komünistler "bunu komünist olmalarından daha çok daha geniş, işçi sınıfı öz-kimlikleriyle" yapıyorlardı. Oradaki "önemli sosyalist ve anarşist varlığı da bu dinamiği bir kat daha güçlendiriyordu". Komünist liderliğin hareketi desteklemekteki başarısızlığı, halk hareketinin gereksinimlerine karşı tepkisiz kalan Bolşevik örgütlenme biçimlerinin iflâsını göstermektedir. Aslında, bu olaylar, "liberter otoriteden özerk olma ve otoriteye direnme âdetinin aynı zamanda işçi hareketi liderleri karşısında da geçerli olduğunu --özellikle de halk tabanındaki durumu yanlış anlamakta ısrar ettiklerinde--" göstermektedir (Sonnessa, Op.Cit., s. 198 ve s. 193).
Böylece, Komünist Parti faşizme karşı popüler direnişini desteklemekte başarısız oldu. Komünist lider Antonio Gramsci, "Arditi del Popolo meselesinde parti liderliğinin tavrının, ... parti üyelerinin, partinin liderliği olmayan bir liderlik tarafından kontrol edilmesini engellemek gereksinimine tekabül ettiğini" söylerken [bunun] nedenini açıklıyordu. Gramsci, bu politikanın "tabandan yükselen ve bizim tarafımızdan siyasal olarak istifade edilebilecek olan bir kitle hareketinin diskalifiye edilmesine hizmet ettiğini" ekliyordu. (Siyasal Yazılardan Seçmeler: 1921-1926, s. 333). Diğer Komünist liderlere göre Arditi del Popolo'ya karşı daha az tutucu olmasına karşın, "Gramsci de komünist liderlerle birlikte PCd'I öncülüğündeki askeri ekiplerin kurulmasını bekliyordu" (Sonnessa, Op.Cit., s. 196). Diğer bir deyişle, faşizme karşı mücadele sorunu Komünistler tarafından daha çok üye kazanma aracı olarak görülüyordu; bunun aksi olası olduğu zaman, yenilgiyi ve faşizmi takipçilerinin anarşizmin etkisi altında kalmasına tercih ettiler.
Abse'nin belirttiği gibi, Arditi'yi "ulusal çapta sakat bırakan şey, Sosyalist ve Komünist partilerin desteklerini geri çekmesi oldu." (Op.Cit., s. 74). Böylece, "sosyal reformist bozgunculuk ve komünist sekterlik, yaygın ve dolayısıyla etkin olan bir silahlı muhalefetin oluşmasını imkânsız hale getirdi; yalıtılmış haldeki halk direnişleri başarılı bir strateji etrafında birleştirilemedi". Faşizm yenilebilirdi: "Temmuz 1921'de Sarzanna'da ve Ağustos 1922'de Parma'da yaşanan ayaklanmalar, anarşistlerin eylemde ve propagandada savundukları politikaların doğru olduğunun birer örneğidir" (Kızıl Yıllar, Kara Yıllar, s. 3 ve s. 2). Tarihçi Tobias Abse de bu çözümlemeyi onaylar: "Eğer Sosyalist ve Komünist Partiler, Malatesta'nın Faşizme karşı birleşik bir devrimci cephe çağrısına ağırlıklarını koyarak desteklemiş olsaydılar, Ağustos 1922'de Parma'da yaşananlar başka yerlerde de yaşanabilirdi" (Op.Cit., s. 56).
Sonunda, faşist şiddet başarılı oldu ve kapitalist iktidar yerini korudu:
"Anarşistlerin arzu ve cesaretleri, devletin baskıcı organları tarafından arka çıkılan, malzeme ve silah açısından fazlasıyla desteklenen faşist çetelere karşı koymaya yeterli değildi. Anarşistler ve anarko-sedikalistler bazı yerlerde ve bazı endüstrilerde belirleyiciydiler, ancak Sosyalist Parti ve {reformist işçi sendikası} Genel Emek Konfederasyonu'nun benzeri bir doğrudan eylem tercihinde bulunması faşizmi durdurabilirdi ancak" (Kızıl Yıllar, Kara Yıllar, s. 1-2).
Devrimin yenilmesine yardım etmelerinin ardından Marksistler faşizmin zaferini garanti altına almasına yardım ettiler.
Anarşistler, faşist devletin kurulmasından sonra bile gerek İtalya'da gerekse dışarıda direnişe devam ettiler. Anarşist olan olmayan, pek çok İtalyan, 1936'da Franko'ya direnmek üzere İspanya'ya gitti (Ayrıntılar için Umberto Marzochhi'nin İspanya'yı Hatırlarken: İspanya İç Savaşında İtalyan Anarşist Gönüllüler adlı eserine bakınız). İkinci Dünya Savaşı sırasında, anarşistler İtalyan Partizan hareketinin önemli bir kesimini meydana getiriyorlardı. ABD ve İngiltere'nin "kurtardıkları" yerlerde (özellikle de Partizanlar tarafından zaten ele geçirilmiş şehirlerde; [yani] Müttefikler aslında şehirleri kendi sakinlerinden "kurtarıyordu"!) hükümet mevkilerine tanınan faşistleri yerleştirmelerinin ardındaki gerçek, anti-faşist harekete anti-kapitalist unsurların hâkim olmasıydı.
İtalya'da faşizme karşı direnişin tarihi ortadayken, bazılarının İtalyan faşizminin sendikalizmin bir ürünü veya biçimi olduğunu iddia etmeleri şaşırtıcıdır. Hatta bu bazı anarşistler tarafından da iddia edilmiştir. Bob Black'e göre "İtalyan sendikalist hareketi büyük ölçüde Faşizmin tarafına geçmişti", ve bu iddiasını desteklemek için David A. Roberts'in 1979 tarihli Sendikalist Gelenek ve İtalyan Faşizmi adlı çalışmasına referans verir (Solculuğun Ardından Anarşizm, s. 64). Social Anarchism'deki yazısında sendikalizmin "en büyük başarısızlığının, faşizmin bir aracına dönüşmesi" olduğunu söyleyen Peter Sabatini de benzer bir açıklama yapmaktadır (Social Anarchism, Sayı 23, s. 99). Bu iddiaların arkasındaki gerçek nedir peki?
Black'in referansına bakınca, eğer sendikalistler diyerek USI'nin (İtalyan Sendikalist Birliği) üyelerini kastediyorsak, İtalyan sendikalistlerinin çoğunluğunun faşizmin tarafına geçmediği gerçeğini keşfediyoruz. Roberts şunu söylüyor:
"Örgütlü işçilerin büyük bir çoğunluğu sendikalistlerin çağrılarını yanıtlamakta başarısız oldu ve nafile bir kapitalist savaş olarak gördükleri {İtalya'nın Birinci Dünya Savaşına} katılmasına karşı çıkmaya devam etti. Sendikalistler USI içindeki çoğunluğu bile ikna etmeyi başaramadılar, ... çoğunluk USI içindeki anarşistlerin lideri Armando Borghi'nin tarafsızlığını tercih etti. De Ambris'in [savaşa] katılma taraftarı azınlığını konfederasyondan çekmesiyle de hizipleşme ortaya çıktı" (Sendikalist Gelenek ve İtalyan Faşizmi, s. 113).
Ancak, eğer "sendikalist" kelimesinden savaş öncesi hareketin bazı entelektüelleri ile "liderler"ini anlıyorsak, Birinci Dünya Savaşı'nın başlamasının ardından "önde gelen anarşistlerin çabucak ve neredeyse toptan [savaşa] katılınmasını savundukları" bir durum ortaya çıkar (Roberts, Op.Cit., s. 106). Savaş-yanlısı olan bu "önde gelen sendikalistler"in çoğu sonradan faşist olmuşlardır. Ancak, (çoğunluğun peşlerinden dahi gitmediği!) bir elin parmakları kadar sayıdaki "liderlere" yoğunlaşarak, bunun "İtalyan sendikalistlerinin çoğunlukla Faşizmin tarafına geçmiş" olduğunu göstediğini söylemek akla zararlıdır. Daha da kötüsü, yukarıda gördüğümüz üzere, İtalyan anarşist ve sendikalistlerinin faşizme karşı en azimli ve başarılı savaşçılar olmasıdır. Sonuçta, Black ve Sabatini bütün bir harekete iftira atmışlardır.
Bir başka ilginç olan şey ise, bu "önde gelen sendikalistlerin" anarşist ve dolayısıyla anarko-sendikalist olmadıklarıdır. Roberts'in belirttiği üzere, "İtalya'da, sendikalist doktrin açıkçası Sosyalist parti içinde faaliyet gösteren ve reformizme karşı bir alternatif arayan bir grup entelektüelin ürünüydü". "Anarşizmi açıkça suçluyor" ve "Marksist ortodoksinin bir çeşidinde ısrar ediyorlardı". "Sendikalistler Marksist geleneğin içinde çalışmayı samimiyetle arzuladılar --ve denediler" (Op.Cit., s. 66, s. 72, s. 57 ve s. 79). İtalyan anarşizmine ilişkin değerlendirmesinde Carl Levy'e göre, "diğer sendikalist hareketlerin aksine, İtalyan [sendikalizminin aldığı] biçim İkinci Enternasyonal tarafıyla birleşmişti. Taraftarları kısmen sosyalist uzlaşmazcılardan [intransigents, taviz vermeyen] gelmişti; ... güneyli sendikalist entelektüeller cumhuriyetçiliklerini ifade ediyorlardı. ... Bir başka kesim ise, ... Partito Operaio'nun artıklarından oluşmuştu" ("İtalyan Anarşizmi: 1870-1926", Anarşizm İçin: Tarih, Teori ve Pratik içinde, David Goodway (editör), s.51).
Diğer bir deyişle, birincisi faşizme yönelen İtalyan sendikalistleri sendikalist birlikler içindeki çoğunluğu dahi ikna edememiş olan entelektüel bir azınlıktı; ikincisi, bunlar, anarşist, anarko-sendikalist ve hatta devrimci sendikalist olmaktan ziyade Marksist ve cumhuriyetçiydi.
Carl Levy'e göre, Roberts'in kitabı "sendikalist aydınlar üzerine" ve "güneyli sendikalist entelektüellerin popülist ve cumhuriyetçi söylemleriyle benzerlikler taşıyan, ... yeni Milliyetçi hareketin oluşmasına yardımcı olan veya sempatik bir şekilde yaklaşan ... bazı sendikalist entelektüeller üzerine yoğunlaşıyor". Kitapta, "sendikalist entelektüellere ve milliyetçi örgütçülere olduğundan [gerçekte olduğundan] çok fazla vurgu yapıldığı" ve [aslında] sendikalizmin "uzun-dönemli canlılığı için ulusal liderliğe çok az dayandığı" belirtiliyor (Op.Cit., s. 77, s. 53 ve s. 51). "Çoğunlukla faşizme katılan" bir grup bulmak yerine USI'nın üyelik yapısına bakacak olursak eğer, ölesiye faşizme karşı savaşmış ve fazlasıyla faşist şiddete maruz kalmış bir grup insanı keşfederiz.
Özetlemek gerekirse, İtalyan Faşizminin sendikalizmle hiçbir ilgisi yoktur; yukarıda görüldüğü üzere, USI faşizme karşı savaşmıştır ve UAI, Sosyalist Parti ve diğer radikallerle birlikte [faşizm] tarafından yok edilmiştir. Bir elin parmakları kadar sayıdaki savaş-öncesi Marksist-sendikalistin sonradan Faşist olması ve "Milliyetçi-Sendikalizm" talepleri, sendikalizmle faşizmin ilişkili olduğu anlamına gelmez (sonradan Marksist olmuş bazı anarşistlerin, anarşizmi Marksizm'in bir aracı haline getirmesinden daha fazla olmayacak bir şekilde!).
Anarşistlerin, Faşizmin en tutarlı ve başarılı
hasmı olması hiç de şaşırtıcı değildir. Birisi kapitalizmin
hizmetindeki
tam bir devletçiliğe, diğeri ise özgür, kapitalist olmayan bir topluma
aday olan iki hareket birbirlerinden daha uzak duramazlar. Ne de
ayrıcalıkları
ve iktidarları tehlike altında olduklarında, kapitalistlerin ve toprak
sahiplerinin kendilerini kurtarmak için yüzlerini faşizme çevirmeleri
şaşırtıcıdır.
Bu süreç tarihte yaygın bir özelliktir (sadece birkaç örnek verirsek
İtalya,
Almanya, İspanya ve Şili).
A.5.6 ANARŞİZM VE İSPANYOL DEVRİMİ
Noam Chomsky'nin belirttiği üzere, "büyük ölçekli gerçekten anarşist bir devrimin iyi bir örneği --aslında bildiğim kadarıyla en iyi örneği, Cumhuriyetçi İspanya'nın büyük bir kısmında gerek endüstriyi gerekse tarımı kapsayan oldukça esinlendirici bir anarşist devrimin yaşandığı 1936 İspanya Devrimi'dir ... İnsani ölçütlere, aslında herhangi bir kimsenin iktisadî ölçütlerine göre oldukça başarılıydı. Yani üretim etkin biçimde devam ettirildi; çiftlik ve fabrikalardaki işçiler, çoğu sosyalistin, komünistin, liberalin ve başkalarının inanmak istediğinin aksine yukarıdan bir zorlama olmaksızın işlerini kendi başına yürütme becerisine fazlasıyla sahip olduklarını gösterdiler". 1936 Devrimi, "anarşist fikirleri nüfusun oldukça büyük kesimlerine yayan üç kuşaklık bir deneyime, düşünceye ve çalışmaya dayanıyordu" (Radikal Öncelikler, s. 212).
Bu anarşist örgütlenme ve ajitasyon sayesinde İspanya 1930'larda dünyadaki en büyük anarşist harekete sahipti. İspanyol "İç Savaş"ının başlangıcında, bir buçuk milyondan fazla işçi ve köylü anarko-sendikalist sendikalar federasyonu olan CNT'nin (Ulusal Emek Konfederasyonu); 30.000 kişi ise FAI'nin (İberya Anarşist Federasyonu) üyesiydi. İspanya'nın o zamanki nüfusu ise 24 milyondu.
18 Temmuz 1936'da Faşist darbeye maruz kalan toplumsal devrim, liberter sosyalizmin bugüne kadarki en büyük deneyimidir. Son kitlesel sendikalist birlik olan CNT burada yanlızca faşist yükselişi geciktirmekle kalmadı, aynı zamanda yaygın bir şekilde toprağa ve fabrikalara el konulmasını cesaretlendirdi. İki milyona yakın CNT üyesi dahil olmak üzere yaklaşık yedi milyon insan, en güç koşullar altında dahi özyönetimi uygulamaya geçirdi ve fiilen hem çalışma koşullarının hem de üretimin gelişmesini sağladı.
19 Temmuz'un ardından gelen karmaşık günlerde, inisiyatif ve iktidar gerçekte CNT ve FAI'nin sıradan üyelerinin elindeydi. Bunlar, hiç kuşkusuz ki Faistas (FAI üyelerinin) ve CNT militanlarının etkisi altında olan sıradan insanlardı. Faşist ayaklanmayı yendikten sonra, üretimi, dağıtımı ve tüketimi tekrar başlattıkları gibi (tabii ki daha eşitlikçi düzenlemelerle); İspanya'nın Franco'nun işgali altında bulunan kesimlerini kurtarmak üzere gönderilecek milisleri de örgütlediler ve gönüllü olarak (on binleri bulan sayılarda) [milislere] katıldılar. İspanya işçi sınıfı, kendi toplumsal adalet ve özgürlük düşüncelerine --doğal olarak anarşizm ve anarko-sendikalizm fikirlerinden esinlenen düşüncelere-- dayanacak yeni bir dünyayı mümkün olan her yolla yaratmak için kendi hareketlerini yaratıyordu.
George Orwell'in 1936 Aralık sonundaki devrimci Barselona'ya ilişkin tanıklığı, başlayan toplumsal dönüşümün canlı bir resmini çiziyor:
"Anarşistler Katalonya'da hala fiili denetimi ellerinde tutuyorlardı ve devrim henüz en canlı safhasını yaşıyordu. Başından beri orada bulunan birisine, Aralık'ta ve Ocak'ta bile, devrimci dönem sona eriyormuş gibi görünebilirdi; ama, dosdoğru İngiltere'den gelen biri için Barselona'nın görünümü şaşırtıcı ve çok kuvvetliydi. İşçi sınıfının denetlediği bir şehirde ilk defa bulunuyordum. Küçüklü büyüklü bütün binalar fiilen işçiler tarafından ele geçirilmiş ve kızıl bayraklarla ya da Anarşistlerin kızıl-kara bayrağı ile donatılmıştı; tüm duvarlara orak ve çekiç ve devrimci partilerin başharfleri çiziktirilmişti. Hemen hemen bütün kiliseler yakılmış ve tasvirler de yakılmıştı. Şuradaki buradaki kiliseler işçi çeteleri tarafından sistemli olarak tahrip ediliyordu. Her dükkan ya da kafede, kolektifleştirildiğini bildiren yazılar asılmıştı; hatta ayakkabı boyacıları bile kolektifleştirilmiş ve sandıkları kızıl-kara renge boyanmıştı. Garsonlar ve dükkan çalışanları dosdoğru yüzüne bakıyor ve size eşitiniz olarak davranıyordu. Hizmetkarlık ve hatta şatafatlı hitap şekilleri bile geçici olarak ortadan kalkmıştı. Hiçkimse 'Señor', 'Don' ve hatta 'Usted' [Siz] bile demiyor; herkes birbirine 'Comrade' [Yoldaş] veya Thou' [Sen] diye sesleniyor, ve 'Buenos Dias' [İyi Günler] yerine 'Salud' [Selam] kullanıyordu ... Herşey bir yana, devrime ve geleceğe yönelik inanç, birdenbire bir eşitlik ve özgürlük çağı açılmış gibi bir his vardı. İnsanoğulları, kapitalist makinanın dişlileri gibi değil de, insan gibi davranmaya çalışıyorlardı" (Katalonya'ya Selam, s. 2-3; [bu kısmın çevirisinde Jülide Ergüder'in çevirisinden yararlanılmıştır; Alan Yayıncılık, 1985, İstanbul]).
Bu tarihi devrimin bütün boyutları burada ele alınamaz. Ayrıntılı olarak bu SSS'ın Kısım I.8'inde tartışılacaktır. Burada tüm yapabileceğimiz, bu olayların önemine dair bazı deliller sunacağı ve insanları bu konuda daha fazla okumaya teşvik edeceği ümidiyle birkaç ilginç noktayı aydınlatmak olacaktır.
Katalonya'daki bütün sanayi ya işçilerin özyönetimi ya da işçi kontrolü altına girmişti (yani, ya ilk durumda idarenin bütün yönlerini ele geçiriyorlardı; ya da ikinci durumda eski idareyi denetliyorlardı). Bazı durumlarda, bütün bir şehir veya bölge ekonomisi bir kolektifler federasyonuna dönüştürülmüştü. (Katalonya, Aragon ve Valencia'daki demiryolu hatlarını idare etmek üzere oluşturulan) Demiryolları Federasyonu bunun tipik bir örneğidir. Federasyonun temeli yerel meclislerdi:
"Her yerellikteki tüm işçiler, yapılması gereken bütün işlerle ilgili incelemeleri yapmak amacıyla haftada iki kere toplanıyorlardı ... Yerel genel meclis, her istasyon ve bağlantı yerindeki genel işleri yönetmek üzere bir komite belirliyordu. Bu toplantılarda, üyeleri (eski işlerinde) çalışmaya devam eden bu komitenin [aldığı] tüm kararlar (direccion), raporların sunulup soruların cevaplanmasının ardından, [bu kararların] işçilerce onaylanmasına ya da onaylanmamasına tabiydi".
Komite delegeleri istendiği zaman meclis tarafından görevden alınabiliyordu; Demiryolları Federasyonu'nun en yüksek düzenleme organı ise üyeleri çeşitli bölümlerdeki birlik meclislerince seçilen "Devrimci Komite" idi. Gaston Leval'e göre, demiryolu hatları üstündeki denetim "devletçi ve merkezi bir sistemde olduğu gibi yukarıdan aşağıya doğru işlememekteydi. Devrimci Komite'nin böyle bir gücü yoktu ... Komite ... üyeleri[nin görevi], genel faaliyetlere denetlemek ve [demiryolu] ağı[nı] meydana getiren farklı güzergâhları düzenlemekle sınırlıydı" (Gaston Leval, İspanyol Devrimi'nde Kolektifler, s. 255).
Toprakta, onbinlerce köylü ve günlük tarım işçisi gönüllü, özyönetime sahip kolektifler meydana getirdi. İşbirliğinin sağlık hizmetlerinin, eğitimin, makinaların ve toplumsal altyapıya yatırımının başlatılmasını mümkün hale getirmesiyle beraber yaşam kalitesinde iyileşme oldu. Bir üyenin ifade ettiği üzere, "bir kimsenin düşündüğünü söyleyebildiği, eğer köy komitesi yetersiz gözüküyorsa bunu ifade edebileceği özgür bir toplumda, bir kolektifte yaşamak ... harikulade bir şeydi. Komite, bütün köyü genel meclis toplantısına çağırmadan hiçbir önemli kararı almazdı. Bütün bunlar harikaydı" (Ronald Fraser, İspanya'nın Kanı, s. 360).
Devrimi ayrıntılı olarak Kısım I.8'de tartışacağız. Endüstriyel kolektiflerin nasıl işlediği ayrıntılarıyla Kısım I.8.3 ve Kısım I.8.4'de tartışılmaktadır. Kırsal kolektifler Kısım I.8.5 ve Kısım I.8.6'da tartışılmaktadır. Bu kısımların devasa bir toplumsal hareketin birer özeti olduğunu ve daha fazla bilgiye Gaston Leval'in İspanyol Devrimi'nde Kolektifler, Sam Dolgoff'un Anarşist Kolektifler, Jose Peirats'ın İspanyol Devrimi'nde CNT ve devrimin diğer anarşist tanıklıklarından ulaşılabileceğini vurgulamalıyız.
Toplumsal cephede, anarşist örgütler rasyonel okullar, liberter sağlık hizmetleri, toplumsal merkezler ve benzeri şeyler oluşturdular. Mujeres Libres (Özgür Kadınlar) kadının İspanyol toplumundaki geleneksel konumuyla mücadele ederek, anarşist hareketin içinde ve dışında yer alan binlerce [kadına] güç kazandırdı (Bu çok önemli örgüt hakkında Martha A. Ackelsberg'in yazdığı İspanya'nın Özgür Kadınları kitabına bakınız). Toplumsal cephedeki bu faaliyet savaşın patlamasından çok önce başlamış olan çalışmalar sayesinde kurulmuştur; örneğin sendikalar sık sık rasyonel okulları, işçi merkezlerini vb. mali açıdan finanse ediyorlardı.
İspanya'nın geri kalanını Franco'dan kurtarmayı amaçlayan gönüllü milisler anarşist ilkeler temelinde örgütlenmişlerdi ve hem erkekleri hem de kadınları içinde barındırıyordu. Hiçbir rütbe, selamlama ve subay tabakası yoktu. Herkes eşitti. POUM milislerinin (POUM, Komünistlerin iddia ettiğinin aksine Troçkistlerden değil de Leninizm'in etkisi altında olan, muhalif bir Marksist partiydi) üyesi olan George Orwell bunu açık hale getiriyor:
"{Milis} sisteminin temel noktası, subay ve erler arasındaki toplumsal eşitlikti. Genarelden ere kadar herkes aynı parayı alıyor, aynı yemeği yiyiyor, aynı elbiseleri giyiyordu ve herkes tam bir eşitlikle kaynaşmıştı. Tümen komutanın ensesine vurup bir sigara almak isterseniz, bunu yapabiliyordunuz ve hiçkimse bunun tuhaf olduğunu düşünmüyordu. Kuramsal olarak, her milis birliği hiyerarşi değil, bir demokrasiydi. Emirlere itaat edilmesi gerektiği anlaşılmıştı; ancak bunun yanı sıra bir emir verdiğinizde bunun bir üstten bir asta değil, bir yoldaştan diğer bir yoldaşa verildiği de anlaşılmıştı. Subaylar ve N.C.O.'lar {erler} vardı, ancak bilinen anlamında askeri rütbe yoktu; ne ünvan, ne nişan, ne topuk çarpma ve ne selam verme. Milis güçleri içinde, geçici olarak işleyecek bir sınıfsız toplum modeli oluşturmaya kalkışmışlardı. Tabiatıyla tam bir eşitlik söz konusu değildi, ancak şimdiye kadar gördüğümden veya savaş zamanında olabileceğini düşündüğümden çok daha fazla eşitlik vardı" (age, s. 26).
Ancak, başka pek çok yerde olduğu üzere, İspanya'da da anarşist hareket Stalinizm (Komünist Parti) ile Kapitalizm (Franco) arasında ezildi. Ne yazıktır ki anarşistler anti-faşist birliği devrimin önüne geçirdiler, böylece de düşmanlarının hem kendilerini hem de devrimi yenmesine yardım etmiş oldular. Bu hale koşulların zorlamasıyla gelip gelmedikleri ve bundan kaçınıp kaçınamayacakları hâlâ tartışılmaktadır (CNT-FAI'nin neden işbirliğine gittiği hakkındaki tartışma için Kısım I.8.10'a ve neden bu kararın anarşist kuramın bir ürünü olmadığı konusunda Kısım I.8.11'e bakınız).
Orwell'in milis birliklerindeki deneyimlerine ilişkin tanıklığı, İspanyol Devrimi'nin anarşistler açısından neden çok önemli olduğunu ortaya koyuyor:
"Kapitalizme inanmazlığın ve siyasal bilincin aksi yöndeki görüşlerden daha normal olduğu, Batı Avrupa'daki bu biricik topluluğa, biraz şans eseri düşmüştüm. Burada, Aragon'da, aynı seviyede yaşayan ve birbirleriyle eşitlik içinde kaynaşan, hepsi değilse bile çoğu işçi sınıfı kökenli olan onbinlerce insanın arasındaydım. Kuramsal olarak bu mutlak bir eşitlikti ve uygulama bile bundan çok uzak değildi. Bir anlamda Sosyalizmin gelecekte hazzı şimdiden yaşanıyordu demek doğru olur sanırım --bunu söyleyerek, hakim olan manevi atmosferin Sosyalizminki olduğunu anlatmak istiyorum. Uygar yaşamın birçok normal güdüleri --züppelik, paragözlük, patron korkusu, vb.-- düpedüz ortadan kalkmıştı. Toplumun olağan sınıf-ayrımı, İngiltere'nin para kokan havasında neredeyse düşünülemeyecek bir boyutta ortadan kaybolmuştu; bizlerden ve köylülerden başka hiç kimse yoktu ve kimse kimsenin efendisi değildi ... Umudun, uyuşukluk ya da herşeyde köütülük görmekten daha normal olduğu; 'yoldaş' sözünün çoğu ülkelerdeki gibi zıpırlık için değil, gerçekten yoldaşlık anlamında kullanıldığı bir toplulukta bulunulmuştu. Eşitliğin havası solunmuştu. Şu aralar, Sosyalizm ile eşitliğin hiçbir ilişkisinin olmadığının moda olduğunun farkındayım. Dünyanın her ülkesinde, kiralık parti kalemleri ve besili küçük profesörler güruhu, Sosyalizmin gasp etme güdüsü dokunulmadan bırakılmış, bir planlı devlet-kapitalizminden başka bir şey olmadığını harıl harıl 'kanıtlamakla' uğraşıyorlar. Neyse ki, bundan oldukça farklı bir başka Sosyalizm görüşü de yaşıyor. Sıradan insanları sosyalizme çeken ve hayatlarını bu yolda riske atmaya istekli kılan, Sosyalizmin 'üstün yanı' [hikmeti] bu eşitlik fikridir; halkın büyük bir kesimi için Sosyalizm sınıfsız bir toplum demektir, aksi takdirde hiçbir anlamı olmaz ... Hiç kimsenin ne yapıp edip zengin olmaya çalışmadığı, her şeyin kıt olmasına rağmen dalkavukluğun olmadığı bu toplumda, belki de insan, Sosyalizmin başlangıç aşamalarının nasıl bir şey olacağına dair ham bir ön fikir ediniyordu. Ve, her şey bir yana, bu beni hayal kırıklığına uğratacak yerde çok derinden etkilemişti ..." (Op.Cit., s. 83-84).
İspanyol Devrimi hakkında daha fazla
bilgi için, şu kitaplar önerilir: Vernon Richards'ın İspanyol
Devrimi'nin
Öğrettikleri; Jose Pairats'ın İspanyol Devrimi'nde Anarşistler
ve İspanyol Devrimi'nde CNT; Martha A. Ackelsberg'in İspanya'nın
Özgür Kadınları; Sam Dolgoff'un editörlüğünü yaptığı Anarşist
Kolektifler;
Noam Chomsky'nin (Chomsky Okuma Kitabı'ndaki) "Nesnellik ve
Liberal
Eğitim"; Jerome R. Mintz'in Casas Viejas'ın Anarşistleri;
ve
George Orwell'in Katalonya'ya Selam.
A.5.7 FRANSA'DA 1968 MAYIS-HAZİRAN İSYANI
Fransa'daki Mayıs-Haziran olayları, pekçok kişinin anarşizmin artık ölü bir hareket olduğunu yazmasının ardından anarşizmi yeniden radikal manzaranın içine yerleştirdi. On milyonlarca insanın bu isyanı, mütevazi bir başlangıçtan serpilip genişledi. Vietnam Savaşı karşıtı eylemler nedeniyle Paris'teki Nanterre üniversitesi yetkililerince okuldan atılan (Daniel Cohn-Bendit'in de aralarında bulunduğu) bir grup anarşist derhal bir protesto gösterisi düzenlenmesi çağrısında bulundular. 80 kadar polisin gelmesi, çatışmaya katılmak ve polisi üniversite dışına çıkarmak maksadıyla dersleri terk eden öğrencileri öfkelendirdi.
Bu destekle canlanan anarşistler idare binasını ele geçirdiler ve büyük bir açık oturum düzenlediler. İşgal yayıldı, Nanterre polis tarafından ablukaya alındı ve üniversiteyi yetkililerce kapatıldı. Ertesi gün Nanterre öğrencileri, Paris'in merkezindeki Sorbonne Üniversitesinde toplandılar. Sürekli polis baskısı ve 500'den fazla kişinin tutuklanması, insanların kızgınlığının beş saat süren bir sokak çatışmasına dönüşmesine neden oldu. Polisler, yoldan geçenlere bile jop ve göz yaşartıcı bombalarla saldırdılar.
Gösterilerin tamamen yasaklanması ve Sorbonne'un kapatılması binlerce öğrenciyi sokaklara döktü. Artan polis şiddeti ilk barikatların kurulmasına yol açtı. Gazeteci Jean Jacques Lebel, gece [saat] 1'de şunları bildiriyordu; "aslında binlerce insan barikatların oluşturulmasına yardım etti ... kadınlar, işçiler, yoldan geçenler, pijamaları içindeki insanlar, taş, odun ve demir taşımak üzere bir insan zinciri oluşturmuştular". Bütün bir gece boyunca süren çatışmalarda 350 polis yaralandı. 7 Mayıs'ta polise karşı [düzenlenen] 50.000 kişilik protesto yürüyüşü, Latin Quarter'in dar caddelerinde gün boyunca süren çatışmalara dönüştü. Polisin göz yaşartıcı bombalarına molotof kokteylleri ve "Yaşasın Paris Komünü!" sloganları ile cevap verildi.
10 Mayıs'a gelindiğinde, devam eden kitlesel gösteriler Eğitim Bakanını göstericilerle müzarekerelere başlamaya zorladı. Ama sokaklarda 60 barikat kurulmuştu ve genç işçiler öğrencilere katılıyordu. Sendikalar polis şiddetini kınadılar. 13 Mayıs'ta, bir milyon kişi Paris sokaklarında olmak üzere, bütün Fransa'da büyük gösteriler düzenlendi.
Bu kitlesel protestolarla karşılaşan polis Latin Quarter'ı boşalttı. Öğrenciler Sorbonne'ı ele geçirdiler ve mücadeleyi yaymak amacıyla kitlesel bir oturum [mass assembly] düzenlediler. İşgaller, kısa sürede tüm Fransız üniversitelerine yayıldı. Sorbonne'dan adeta bir propaganda, broşür, bildiri, telgraf ve poster seli akıyordu. Tüm duvarlara "Herşey mümkün", "Gerçekçi Ol, İmkansızı İste", "Ölü Zamanları Olmayan Bir Yaşam" ve "Yasaklamak Yasaktır" gibi sloganlar yazılmıştı. "Tüm İktidar Hayal Gücüne" gibi sloganlar herkesin ağzında dolaşıyordu. Murray Bookchin'in dikkat çektiği üzere, "bugün devrimin itici güçleri ... artık basitçe kıtlık ve maddi gereksinimler değildir, aynı zamanda da günlük yaşamın kalitesi, .... [insanların] kendi kaderlerini kendilerinin kontrol etmeye girişmeleri [gibi şeylerdir]" (Kıtlık Ötesi Anarşizm, s. 166).
O günlerin en ünlü sloganların çoğu Durumcu [Situationist] kökenliydi. Durumcu Enternasyonal, 1957'de küçük bir grup muhalif radikal ve sanatçı tarafından kurulmuştu. (Eğer kendine özgü dili çözülürse) modern kapitalist toplumun oldukça ayrıntılı ve tutarlı bir analizini; bunun yerine yeni, daha özgür bir [toplumun] nasıl geçirileceği hakkında [düşünceler] geliştirmişlerdi. Onlara göre, herkesin, her şeyin, her duygu ve ilişkinin bir meta haline geldiği tüketim ekonomisinin hâkimiyeti altındaki modern yaşam, yaşamaktan ziyade varlığını sürdürmekten ibaretti. İnsanlar artık basitçe yabancılaştırılmış üreticiler değil, aynı zamanda yabancılaştırılmış tüketicilerdi. Bu tip bir toplumu "Gösteri" [Spectacle] olarak tanımlıyorlardı. Yaşamın bizzat kendisi çalınmıştı, bu nedenle devrim yaşamın yeniden yaratılması anlamına geliyordu. Devrimci değişimin alanı artık sadece işyerleri değildi, günlük varoluştu [yaşamdı]:
"Açık bir şekilde gündelik yaşama değinmeksizin, aşkın nasıl yıkıcı ve sınırlamaları reddetmenin nasıl olumlu olduğunu anlamaksızın, devrimden ve sınıf mücadelesinden bahsedenler, ağızlarında cesetler taşıyan insanlardır" (Clifford Harper'ın alıntısı, Anarşi: Tasvir Edici Bir Rehber, s. 153).
Politikaları Paris olaylarını etkileyen diğer pek çok grup gibi, durumcular da şunu söylüyordu: "işçi konseyleri tek çözümdür. Diğer bütün devrimci mücadele biçimleri, başlangıçta hedeflediklerinin tam zıttıyla sonuçlanmıştır" (Clifford Harper'ın alıntısı, Op.Cit., s. 149). Bu konseyler, özyönetimli olacak ve "devrimci" bir partinin iktidarı ele geçirmesinin araçları olmayacaklardır. Anarşist Noire et Rouge ve liberter sosyalist Socialisme ou Barbarie gibi [Durumcuların] tabandan yükselen özyönetimli bir devrime verdikleri desteğin de Mayıs olayları ile onun esinlendirdiği düşüncelere büyük etkisi vardı.
14 Mayıs'ta Sud-Aviation işçileri, yöneticileri bürolarına kitleyerek fabrikayı işgal ettiler. Ertesi gün onları Cleon-Renault, Lockhead-Beauvais ve Mucel-Orleans fabrikaları takip ettiler. Aynı gece Paris'teki Ulusal Tiyatro kitlesel oturumlar için daimi meclis haline getirilmek amacıyla ele geçirildi. Sonra, Fransa'nın en büyük fabrikası olan Renault-Billancourt işgal edildi. Süresiz grev kararları, genellikle sendika görevlilerine danışılmadan işçiler tarafından alındı. 17 Mayıs'a gelindiğinde, Paris'teki yüzlerce fabrika işçilerinin eline geçmişti. 19 Mayıs'ı takip eden hafta sonu 122 fabrika işgaline tanıklık etti. 20 Mayıs'a gelindiğinde grev genelleşmişti ve altı milyon insanı kapsamaktaydı. Basın işçileri medya [haber] takibinin TV ve radyo tekellerine bırakılmasını arzulamadıklarını bildirerek, basın "görevi olduğu üzere nesnel bilgi sağlama rolünü yerine getirdiği" sürece günlük gazeteleri çıkarmaya karar verdiler. Bazı durumlarda, basın sektörü işçileri, gazetenin basılmasından önce başlıkların veya makalelerin değiştirilmesinde ısrar ettiler. Bu özellikle sağ eğilimli 'Le Figaro' ve 'La Nation' gibi gazetelerde yaşandı.
Renault'un işgali ile beraber, Sorbonne işgalcileri hemen Renault grevcileriyle buluşmak için hazırlık yaptılar; anarşist siyah ve kırmızı bayrakların ardında 4.000 öğrenci işgal edilmiş fabrikaya doğru ilerledi. Devlet, patronlar, sendikalar ve Komünist Parti işte şimdi en kötü karabasanları ile karşı karşıyaydı: işçi-öğrenci ittifakı. Onbinlerce yedek polis harekete geçirildi ve çılgına dönen sendika temsilcileri fabrikanın kapılarını kilitlediler. Komünist Parti üyelerini ayaklanmayı bastırmaya çağırdı. Hükümet ve patronlarla biraraya gelerek bir dizi reform hazırladılar, ancak fabrikalara yöneldiklerinde işçilerce alaya alındılar [yuhalandılar].
Mücadele ve mücadeleyi yayma çabası, özyönetimli kitle meclislerince örgütlendi ve eşgüdümü eylem komiteleri sağladı. Yine grevler de sıklıkla meclisler tarafından başlatılıyordu. Murray Bookchin'in bahsettiği üzere, "{isyan} umudu, --genel meclisler ve onların idari biçimleri olan eylem komiteleri, fabrika grev komiteleri [gibi]-- bütün biçimleriyle özyönetimin ekonominin tamamına, aslında bizzat yaşamın bütün alanlarına yayılmasında yatıyordu". Meclisler içinde, "hayatın ateşi [yakıcılığı], insanların asla [daha önce] sahip olduklarını düşünmedikleri hisleri uyandırarak, milyonları yakalamıştı" (Op.Cit., s. 168 ve s. 167). Bu, bir işçi grevi veya öğrenci grevi değildi. Hemen hemen tüm sınıf çizgilerini kesen, halkın greviydi.
24 Mayıs'ta anarşistler bir gösteri düzenlediler. 30.000 kişi Bastille Sarayı'na doğru yürüyüşe geçti. Polis olağan göz yaşartıcı bomba ve jop gibi araçlarını kullanarak Bakanlıkları koruyordu, ancak Borsa savunmasız kalmıştı ve göstericilerin bazılarınca ateşe verildi.
İşte tam bu aşamada, bazı sol-eğilimli gruplar soğukkanlıklarını kaybettiler. Troçkist JCR, yandaşlarını Latin Quarter'a geri götürdü. UNEF ve Parti Socialiste Unife (Birleşik Sosyalist Parti) Maliye ve Adalet Bakanlıklarının ele geçirilmesine engel oldular. Cohn-Bendit'in bu olaya ilişkin dediği üzere, "Bize gelince, tüm bunların ne kadar kolay bir şekilde silip süpürülebileceğinin farkına varamadık ... Şimdi gayet açık ki, eğer 25 Mayıs'ta Paris uyanıp en önemli Bakanlıkların işgal edilmiş olduğunu görseydi, Gaullecilik hemen çöküverecekti ...". Cohn-Bendit, aynı gece ilerleyen saatlerde sürgüne gitmek zorunda kaldı.
Sokak gösterileri ve işgaller yayıldıkça, devlet de ayaklanmayı durdurmak için aşırı araçlar kullanmaya hazırlanmaya başladı. Üst rütbeli generaller, Paris'te kullanılmak üzere 20.000 kişilik sadık bir kuvveti gizlice hazırlamışlardı. Polis, TV stüdyoları ve Posta Ofisleri gibi iletişim merkezlerini işgal etti. 27 Mayıs Pazartesi, Hükümet endüstriyel asgari ücretite % 35'lik ve genel ücretlerde ise % 10'luk bir artış olacağını garanti etti. İki gün sonra, CGT liderleri 500.000 işçinin Paris sokakları boyunca yürüdüğü bir gösteri düzenlediler. Paris, "Halk Hükümeti" çağrısı yapan posterlerle donatıldı. Ne yazık ki, çoğunluk hâlâ kontrolü kendileri adına ele geçirmektense, yöneticilerin değiştirilmesini düşünüyordu.
5 Haziran itibariyle grevlerin büyük bir kısmı sona ermiş, kapitalizmin normal günlerinin havası tüm Fransa'ya geri dönmüştü. O günden sonra devam eden bütün grevler zırhlı araçlar ve silahların kullanıldığı askeri tarzdaki operasyonlarla ezildi. 7 Haziran'da dört gün sürecek ve geride ölü bir işçi bırakacak olan Flins çelik fabrikası saldırısı başladı. Üç gün sonra ise Renault grevcilerine ateş açıldı, ikisi öldürüldü. Yalıtılmış haldeki bu militanlık yuvalarının hiç şansı yoktu. 12 Haziran'da gösteriler yasaklandı, radikal gruplar yasadışı ilan edildi, ve üyeleri tutuklandı. Bütün yönlerden saldırı altında kalan, yükselen devlet şiddeti ve sendikaların satıcılığı karşısında, Genel Grev ve işgaller parçalanarak [çöktüler].
Peki bu ayaklanma neden başarısız oldu? "Öncü" Bolşevik partilerinin olmaması nedeniyle değil tabii ki. Aksine onlar tarafından [adeta] istila edilmişti. Neyse ki, geleneksel otoriter sol fraksiyonlar yalıtılmış ve bozguna uğratılmışlardı. Ayaklanmaya katılanların ne yapacaklarını söyleyecek öncülere ihtiyaçları yoktu; "işçilerin öncüleri" harekete yetişip, onu kontrol etmek için çılgınca çabalıyorlardı.
Hayır, işgallerin birbirinden kopuk olmasına yol açan [şey], mücadelenin eşgüdümünü sağlayacak bağımsız, özyönetimsel konfederal örgütlerin yokluğuydu. Bu kadar bölünmüşlükle başarısız oldular. Bunun yanı sıra, Murray Bookchin'in dediği gibi, "işçiler arasında, fabrikaların işgal edilmesi ve greve gidilmesinin ötesinde, [fabrikaların] çalıştırılması gerektiği bilinci" eksikti (Op.Cit., s. 182).
Bu bilinç, ayaklanma öncesinde güçlü bir anarşist hareketin varlığı tarafından cesaretlendirilebilirdi. Anti-otoriter sol, oldukça aktif olmasına karşın, grevci işçiler arasında çok zayıftı; bu yüzden de özyönetimsel örgütler ve işçilerin özyönetimi fikirleri pek yaygın değildi. Ancak, Mayıs-Haziran ayaklanması, [bize] olayların [yönünün] oldukça hızlı bir şekilde değişebileceğini gösteriyor. Tanınmış liberter sosyalist Maurice Brinton şöyle diyor: "Öğrencinin etkisiyle ... binler hiyerarşi ilkesini sorgulamaya başlamıştı. ... Birkaç gün gibi kısa bir süre içinde insanların yaratıcı gizilgüçleri ortalığa çıkmıştı. En cesur ve en gerçekçi fikirler --bunlar genellikle aynıydılar-- savunuluyor, tartışılıyor, uygulanıyordu. Aptalca bürokratik ritüellerin on yıllardır süren etkisiyle bayatlamış olan, onu reklam maksadıyla kullananların içini boşalttığı dil yeni ve taze bir şey olarak yeniden ortaya çıkmıştı. İnsanlar dili dolu dolu yeniden benimsediler. İsimsiz kalabalıklardan karşıt ve şiirsel sloganlar ihtişamlı yükseliyordu" ("Paris: Mayıs 1968", İşçi İktidarı İçin, s. 253). Öğrencilerin enerji ve cüretkarlığıyla kaynaşan işçi sınıfı, mevcut sistemin sınırları içinde karşılanamayacak talepleri öne çıkardı. Genel Grev, bütün güzel berraklığıyla işçilerin elindeki potansiyel gücü sergiler. Kısa ömürlü olsalar da, kitle meclisleri ve işgaller, eylemde anarşinin ve anarşist fikirlerin nasıl çabucak yayıldığının, pratiğe geçirildiğinin mükemmel örneklerini ortaya koydular.
Olaylar hakkında daha fazla ayrıntı için Daniel ve Gabriel Cohn-Bendit'in Demode Komünizm: Sol-Kanat Alternatif veya Maurice Brinton'un gördüklerini anlattığı "Paris: Mayıs 1968" (İşçi İktidarı İçin'in içinde) adlı çalışmalarına bakılabilir. Dark Star'ın derlediği Kaldırım Taşlarının Altında başlıklı çalışma Paris 68 ile ilgili durumcu çalışmalara yer veren iyi bir antolojidir (Brinton'un makalesi de yer alır).
ÇEVİRİ: Anarşist
Bakış