KISIM C.7
KAPİTALİST İŞ ÇEVRİMLERİNİN NEDENİ NEDİR?
 
 
C.7.1 
C.7.2 
C.7.3 
Sınıf Savaşımı İş Çevriminde Ne Rol Oynar?
Piyasanın İş Çevriminde Oynadığı Rol Nedir?
Yatırımın İş Çevriminde Oynadığı Rol Nedir?
Çevirenin Notu: Çevirenin metine yaptığı eklemeler,
açıklamalar vb, [...] ile gösterilmiştir.

İş çevrimi [business cycle] kapitalizmin canlanma [boom] ve çökme [slump, çöküş] mizacını tanımlamak üzere kullanılan bir terimdir. Zaman zaman, işyerlerinin giderek daha fazla mal ve hizmet üretmesiyle tam istihdam olur; ekonomi ve beraberinde de ücretler büyür. Ancak, Proudhon'un belirttiği gibi, bu mutlu durum devam etmez:

"Ancak, mülkiyetin nüfuzu altındaki sanayi böylesi bir düzenlilikle ilerlemez. . . Talebin hissedilmeye başlamasıyla beraber, fabrikalar tamamen dolar, ve herkes çalışmaya gider. İşler canlıdır. . . Mülkiyetin hükmü altında, sanayinin çiçekleri ancak cenaze ağıtlarına dönüşürler. İşçi kendi mezarını kazar. . . {kapitalist} . . . harcamalarını azaltarak üretime sürdürmeyi dener. Ardından ücretlerin düşmesi; makinaların kullanılmaya başlanması; kadın ve çocukların çalıştırılması gelir,. . . azalan maliyet daha büyük bir piyasa yaratır. . . {ancak} üretken kuvvet giderek daha fazla tüketimin ötesine geçer. . . Bugün fabrika kapanır. Yarın insanlar sokaklarda açlık çekerler. . . İşlerin durmasının ve emtianın aşırı ucuzlamasının sonucunda korkan alacaklılar {kredi veren kuruluşlar} fonlarını geri çekmek için koşuştururlar {ve} Üretim geçici olarak durdurulur; ve emek hareketsiz hale gelir." (P-J Proudhon, What Is Property, s. 191-192)
Bu neden olur? Anarşistlere göre, Proudhon'un belirttiği gibi, bunun kapitalist üretimin doğası ve bunun yarattığı toplumsal ilişkilerle ("mülkiyet kuralı") ilgisi vardır. İş çevrimini anlamanın anahtarı şunu anlamaktır --Proudhon'un ifadesiyle; "Mülkiyet, ürünü işçiye, karşılığında ona yaptığı ödemeden daha fazlasına satar; bu nedenle de imkansızdır." (Op.Cit., s. 194) Diğer bir deyişle, kapitalistlerin çalıştırdıkları işçiler üzerinden kar etme gereksinimi, iş çevriminin altında yatan nedendir. Kapitalist sınıf yeterince kar elde edemezse, üretimi durdurur, insanları işten atar, yaşamları ve toplulukları mahveder --ta ki işçilerden yeterince kar tekrar elde edilene değin.

Peki bu kar seviyesini etkileyen şey nedir? Karlar üzerinde, "sübjektif" ve "objektif" dediğimiz iki ana baskı grubu vardır. Objektif baskılar, Proudhon'un "üretken güç, tüketimi giderek daha fazla aşma eğilimindedir" dediği olguyla ilgilidir, ve Kısım C.7.2 ve Kısım C.7.3'de tartışılmaktadır. "Sübjektif" baskılar, kapitalizmin yarattığı toplumsal ilişkilerin tabiatı ile ilgilidir --sömürünün ve direnişin kökeninde olan tahakküm ve tabiyet ilişkileri. Diğer bir ifadeyle, sübjektif baskılar, (Proudhon'un ifadesiyle) "mülkiyet despotluktur" olgusunun sonucudur. Sınıf savaşımının ("sübjektif" baskının) etkisini bir sonraki kısımda tartışacağız.

Devam etmeden önce, gerçek bir ekonomide her üç etkenin de birlikte işlediğini, ve her biriyle ilgili meseleleri açıklamamıza yardımcı olması için bunları birbirinden ayırdığımızı vurgulamak istiyoruz. Sınıf savaşımı, oransızlıklar yaratan piyasa "iletişimi" ve aşırı-yatırım, tüm bunlar karşılıklı etkileşim içindedirler. İçsel (sınıf savaşımı) ve dışsal (şirketler-arası) rekabet nedeniyle, kapitalistler yeni üretim araçlarına yatırım yapmak zorundadırlar. İşçilerin gücü canlanma sırasında arttığı için, kapitalistler buna karşı koymak için icatlar yaparlar ve yatırım yaparlar. Benzer şekilde, rakipleri karşısında piyasa avantajı edinmek için, şirketler yeni makinalara yatırım yaparlar. Ancak, fiyat mekanizmasının sebep olduğu piyasanın etkin bir iletişimden yoksunluğu ve faiz oranlarının yarattığı eksik bilgi nedenleriyle, bu yatırımlar ekonominin belirli kesimlerinde yoğunlaşır. Görece aşırı-yatırım gerçekleşebilir, kriz olasılığı belirir. Ayrıca, canlanma yeni şirketleri ve yabancı rakipleri piyasadan pay kapmak için cesaretlendirir, böylece sanayideki "tekel derecesi"ni düşürür, ve büyük şirketlerin marjlarını [mark-up, eklenti] ve karlarını azaltır (bu ise akabinde canlanmanın sonuna doğru birleşmelerin ve ele-geçirmelerin artmasına neden olabilir). Bu arada, kar marjlarının aşınmasına neden olacak şekilde işçilerin gücü artmaktadır; ancak bu aynı zamanda, yeni makina ve tekniklerin uygulamaya sokulmasına karşı direnç göstererek ve nihai mallar için olan talebi koruyarak, aşırı-yatırım eğilimlerini azaltır. Sınıf savaşımının bu çelişkili etkisi, yatırımın çelişkiline denk düşer. Aynen yatırımın yararlı olması nedeniyle krize yol açması gibi (yani, kısa vadede tek başına bir firmanın karının artmasına yardım eder, ancak uzun vadede ise kolektif olarak aşırı-yatırıma ve karların azalmasına yol açar), sınıf savaşımı da bir yandan sermayenin aşırı-birikimine engel teşkil eder ve toplam talebi korurken (yani krizi ertelerken), öte yandan ise üretim noktasındaki kar marjlarını aşındırır (böylece [krizi] hızlandırır). Yani sübjektif ve objektif etkenler birbirlerini aynı ve zıt yönlerde etkilerler, ancak sonuçta kriz ortaya çıkacaktır, çünkü sistem ücretli emeğe dayanmaktadır ve üreticiler kendileri için üretim yapmamaktadırlar. Nihayetinde, kapitalist sınıf yeterli bir kar oranı elde edemediğinde kriz ortaya çıkar. Eğer işçiler kendileri için üretiyor olsalardı, kapitalist sınıf olmayacağı için bu belirleyici etken sorun olmayacaktı.

Ve çökme sırasında ise bu etkenlerin ters yönde işleyerek yükselme için potansiyel yarattıklarını belirtmeliyiz. Kriz sırasında, kapitalistler karlılıklarını iyileştirmeye (artı değeri yükseltmeye) çalışacaklardır. İşsizlikteki büyük artış nedeniyle emek zayıf konumdadır, böylece [işçiler] işte çalışmaya devam edebilecekleri anlamına gelen artan sömürü oranlarını --genellikle-- kabul edeceklerdir. Çöküşte, birçok şirket iflas eder, böylece ekonomideki sabit sermaye miktarı azalır. Ayrıca, her sanayideki "tekel derecesi" artacak, bu da büyük şirketlerin marjlarını ve karlarını yükseltecektir. Bu artan artı değer üretimi, en sonunda, (azalmış olan) sabit sermayeye oranla yeterince yükselerek, kar oranını yükseltecektir. Bu, kapitalistleri yeniden yatırım yapmaya teşvik edecek ve bir canlanma (kendi sonunun tohumlarını içinde barındıran bir canlanma) başlayacaktır.

Ve böylece "sübjektif" ve "objektif" baskılar --kapitalizmin tabiatı ve bunun dayandığı ücretli emekle doğrudan doğruya ilişkili olan baskılar-- tarafından güdülen iş çevrimi devam eder.
 

C.7.1 SINIF SAVAŞIMININ İŞ ÇEVRİMİNDE OYNADIĞI ROL NEDİR?

En temelinde, sınıf savaşımı (tüm biçimleriyle hiyerarşiye karşı direniş) iş çevriminin ana sebebidir. Kısım B.1.2 ve Kısım C.2'de öne sürdüğümüz üzere, işçileri sömürmek için kapitalistlerin önce onları ezmeleri gerekir. Ancak baskının olduğu her yerde direniş vardır; otoritenin olduğu her yerde, özgürlük arzusu vardır. Bu yüzden, kapitalizm üretim noktasında işçilerle patron arasındaki mücadele, ve keza işyeri dışında ise tüm hiyerarşi biçimlerine karşı mücadele ile damgalanmıştır.

Bu sınıf savaşımı, kurtulmaya ve kendilerini güçlendirmeye çalışan işçiler ile tek başına olan bir işçiyi büyük bir makinanın küçük bir dişlisine dönüştürmeye çalışan kapitalistler arasındaki çatışmaya yansıtır. Bu, ezilenlerin --"işçi ürettiği zenginliklerden payını istediği; üretimin idaresinden kendi payına düşeni istediği; ve yalnızca biraz daha refah değil, aynı zamanda bilim ve sanatın yüce keyfinden [faydalanmak için] tam haklarını istediği" (Peter Kropotkin, Kropotkin's Revolutionary Pamphlets, s. 48-49) zaman ifadesini bulan-- tamamen insancıl bir yaşam sürme çabalarına yansır.

Errico Malatesta'nın söylediği üzere, eğer işçiler "talep ettiklerini elde etmede başarılı olurlarsa, durumları iyileşecektir; daha fazla kazanacak, daha az süre çalışacak ve onlar için önemli olan şeylerlere harcayacak daha fazla zamanları ve enerjileri olacaktır; ve ardından daha fazla taleplerde bulunacak ve daha fazla ihtiyaçları olacaktır. . . İşçinin emeğinin ne kadarının ona verilmesi gerektiğini belirleyen hiçbir doğal yasa (ücretler yasası) yoktur. . . Ücretler, [çalışma] saatleri ve diğer çalışma koşulları, patronlarla işçiler arasındaki mücadelenin birer sonucudur. Bu ilk grup [patronlar] işçiye mümkün olduğunca az vermeye çalışır ve az verir; ötekiler [işçiler] ise olabildiğince az çalışmaya ve çok kazanmaya çabalarlar veya çabalamalıdırlar. İşçilerin her koşulu kabul ettiği veya hoşnutsuz olmalarına karşın patronların taleplerine karşı nasıl etkin bir şekilde direniş göstereceklerini bilmedikleri yerde, onlar çok geçmeksizin hayvani yaşam koşullarına mahkum edileceklerdir. Aksine, insanoğullarının nasıl yaşaması gerektiği konusunda düşüncelerinin olduğu, kuvvetlerini nasıl birleştireceklerini bildikleri ve --iş bırakma veya potansiyel ve açık isyan tehdidi sayesinde-- patronlarının saygısını kazandıkları yerde, onlara göreceli olarak iyi bir şekilde davranılır. . . Böylece işçiler, patronlara karşı direnerek mücadele etme yoluyla, belli bir noktaya kadar, koşullarının kötüleşmesini engelleyebildikleri gibi gerçek iyileştirmeler de edinebilirler." (Life and Ideas, s. 191-2)

Ücretler ile refah [ödentileri], eğitim destekleri ve benzerleri gibi dolaylı geliri belirleyen şey işte bu mücadeledir. Bu mücadele aynı zamanda, sermaye işçileri kontrol etmek (ve böylece de onlardan olası en fazla artı değeri elde etmek) ve rakipleri karşısında avantaj kazanmak (bakınız Kısım C.2.3) için teknolojiyi kullanmaya çalıştığı için, sermayenin yoğunlaşmasını da etkiler. Ve, Kısım D.10'da (Kapitalizm teknolojiyi nasıl etkiler?) tartışılacağımız gibi, artan sermaye yatırımı aynı zamanda, işçilerin sermaye tarafından denetimlerini arttırma (veya onların yerine asla "hayır" diyemeyen makinaları geçirme) artı bireyin çok az veya hiçbir güçlükle karşılaşmaksızın işten atılabileceği ve yerine başkasının alınabileceği bir "kitle işçisi"ne dönüştürme girişimlerine de yansır. Örneğin, Proudhon, makinaları denetlemek daha kolay olduğu için insanların yerine makinaları geçirmek amacıyla makinalara yatırım yaptığını söyleyen bir "İngiliz İmalatçısı"ndan alıntı yapar:

"İşgücümüzün başkaldırısı, onlardan tamamen kurtulma fikrini aklımıza getirdi. İnsanların hizmetinin yerine daha uysal olan aletleri geçirmek için hayal edilebilecek her türlü zihinsel çabayı yaptık ve teşvik ettik; ve amacımıza ulaştık. Makina sermayeyi emeğin zulmünden kurtardı." (System of Economical Contradiction, s. 189)
(Buna Proudhon şöyle yanıt veriyordu; "makinaların sermayeyi tüketicilerin zorlamasından da kurtaramaması ne kadar büyük bir talihsizlik!", çünkü makinaların insanların yerini almasının sebep olacağı aşırı-üretim ve yetersiz pazar kısa zaman içinde bu otomatik üretim aldanmasını bir çökme ile tahrip edecektir --bakınız Kısım C.7.3)

Bu nedenle, sınıf mücadelesi hem ücretleri hem de sermaye yatırımlarını, ve dolayısıyla da piyasaki metaların fiyatlarını etkiler. Ve daha da önemlisi kar düzeylerini belirler, ve iş çevriminin sebebi de kar düzeyleridir. Bunun nedeni, kapitalizmde üretimin "tek amacının kapitalistin karını yükseltmek [olmasıdır]. Ve bu nedenle periyodik olarak --sanayinin sürekli olarak dalgalanması [demek olan]-- krizlerle karşı karşıya kalırız. . ." (Kropotkin, Op.Cit., s. 55)

Kapitalist Sübjektif Değer Kuramından çıkarsanan yaygın kapitalist bir efsane, güya çökmelerin devletin kredi ve parayı kontrol etmesinden kaynaklanması nedeniyle, serbest-piyasa kapiyalizminin sürekli bir canlanmaya yol açacağıdır. Bir an için durumun böyle olduğunu varsayalım. (Aslında, Kısım C.8'de açıklığa kavuşturulacağı üzere durum böyle değildir). "Serbest piyasa" düşlerinin "canlanma ekonomisi"nde, tam istihdam olacaktır. Ancak bu, tam istihdam döneminde, "toplam talebin artmasına" yardımcı olurken, "bunun işsiz yedek orduyu düşük tutması, böylece de ücret seviyesini koruması ve emeğin pazarlık kuvvetini arttırması, iş aleminin bakış açısından bunun ölümcül niteliğidir." (Edward S. Herman, Beyond Hypocrisy, s. 93)

Diğer bir değişle, işçiler canlanma koşulları altında oldukça güçlü bir konumdadırlar --sistemin temelini çürütebilecek bir kuvvet. Bunun sebebi kapitalizmin daima bir cambaz ipi üzerinde ilerlemesidir. Eğer canlanma pürüzsüzce sürerse, reel ücretler belirli bir bant içerisinde gelişmek zorundadır. Eğer büyümeleri çok yavaşsa, o zaman kapitalistler işçilerinin ürettiği ürünleri satmakta güçlükle karşılaşacaklardır; ve bundan dolayı da, genellikle "gerçekleştirim krizi" [realization crisis] denilen [sorunla] karşılaşacaklardır (yani, kapitalistlerin ürünlerini satamamaları durumunda kar edememeleri olgusu). Eğer reel ücret çok yüksekse, o zaman emek ürettiği değerin daha büyük bir kısmını alacağı için, kar üretme koşullarının temeli baltalanmaktadır. Bunun anlamı, işsizliğin düşmekte olduğu canlanma dönemlerinde, tüketici mallarına olan talep arttığı için gerçekleştirim koşullarının iyileştiği, böylece de piyasanın genişlediği ve kapitalistlerin yatırım yapmaya teşvik edildiğidir. Ancak, yatırımdaki (ve istihdamdaki) böylesi bir artış, emek, üretim noktasında kendisini öne çıkarabileceği, yönetimin talepleri karşısındaki direnişi artırabileceği ve, daha da önemlisi, kendininkileri [kendi taleplerini] sunabileceği için, artı değer üretmenin koşulları üzerinde olumsuz bir etki yapacaktır.

Bir endüstri veya ülke yüksek işsizlik yaşıyorsa, işte kalabilmek için işçiler daha uzun [iş] saatlerine, durağan ücretlere, daha kötü koşullara ve yeni teknolojiye tahammül edeceklerdir. Bu, sermayenin bu işçilerden daha fazla kar elde edebilmesine imkan verecektir; ki bu da, diğer kapitalistlere de bu alana yatırım yapma sinyali verecektir. Yatırım çoğaldıkça, işsizlik azalır. Mevcut emek havuzu kurumaya başladıkça, işverenler kıt kaynaklar için tekliflerini yükseltecekleri ve işçiler güçlerini hissedecekleri için ücretler de artacaktır. İşçiler daha iyi bir konumda oldukları için, sermayenin gündemine direnmekten tutun da kendi [taleplerini] ortaya koymaya (örn. daha yüksek ücret, daha iyi çalışma koşulları ve hatta işçilerin kontrolü talepleri) kadar ileri gidebilirler. İşçilerin gücü arttıkça, sermayeye giden pay azalır; kar oranları da [düştüğü] için, sermaye karının daralmasıyla karşı karşıya kalır, ve böylece yatırım ile istihdamı ve/veya ücretleri düşürür. Yatırımlardaki kesintiler ekonominin sermaye üreten sektörlerindeki işsizliği arttırır; bu ise işsiz kalan işçiler artık eskisi kadar satın alamayacakları için tüketim mallarına olan talebi azaltır. Bu süreç, patronların işçileri atması veya onların ücretlerini düşürmesiyle hızlanır; ve çevrimi yeniden başlatmak üzere çökme derinleşir ve böylece de işsizlik artar. Bu, kar oranları üzerindeki "sübjektif" baskı olarak adlandırılabilir.

Karlar ile ücretler arasındaki bu karşılıklı etkileşim çoğu iş çevriminde gözlenebilir. Bir örnek olarak, 1970'lerin başlarında savaş sonrası Keynesçiliği sona erdiren, Thatcher ile Reagan'ın "arz yönlü devrimler"i için yolu hazırlayan krizi ele alalım. 1973'de yaşanan bu krizin kökleri 1960'ların canlanmasındadır. ABD'ye bakacak olursak, 1961 ile 1969 arasında sürekli bir büyüme yaşandığını görürüz (tarihindeki en uzun [büyüme]). 1961'den sonra, fiili olarak tam istihdam ortaya çıkaracak [şekilde] işsizlik devamlı olarak düştü. 1963'ten itibaren, toplam grev sayısı ve kaybedilen toplam iş zamanı sürekli yükseldi (1963'de yaklaşık 3000 grevden, 1970'de nerdeyse 6000'e). 1960'da tüm grevler içerisinde % 22'lik payı olan yasadışı [wildcat, sendika onayı olmaksızın yapılan] grevler, 1966'da % 36.5'a yükseldi. 1965'e gelindiğinde, hem iş alemi kar payları, hem de iş alemi kar oranları zirveye ulaşmıştı. Karın payındaki ve kar oranındaki düşüş, (işsizliğin yeniden yükselmeye başladığı) 1970'e kadar devam etti; [ardından] 1973 çöküşüne kadar hafifçe yükseldi. Ayrıca, 1965'den sonra, kapitalist şirketler maliyet artışlarını tüketicilere yansıtarak kar marjlarını korumaya çalıştıkları için, enflasyon hızlanmaya başladı (aşağıda tartışacağımız üzere, enflasyonun kapitalist karlarla, para arzı veya ücretlerden çok daha fazla ilişkisi vardır). Bu, reel ücret kazançlarının düşmesine, ve karlılığın bu olmaksızın bulunacağı [seviyenin] daha yukarısında sürdürülmesine yardım etti; [ancak] bu çökmenin geciktirilmesine yardım etse de, onu engelleyemedi.

Daha büyük resme bakacak olursak, bir bütün olarak ileri kapitalist ülkeler açısından, 1962 ile 1971 arasında üretkenlik düşerken, ürün ücreti [product wage] devamlı olarak yükseldi. Ürün ücreti (işveren için işçileri kiralamanın gerçek maliyeti) 1965'deki üretkenliği (yaklaşık % 4 civarında) karşılıyordu --ki aynı yılda karların gelir içerisindeki payı ve kar oranları zirveye çıkmıştı. 1965 ile 1971 arasında, ürün ücretleri yükselmeye devam ederken, üretkenlik düşmeye devam etti. Düşen işsizliğin ve (kısmen Avrupa ve başka yerlerde [yaşanan] grev sayısındaki patlamayla ifade edilen) işçilerin artan gücünün bir sonucu olan bu süreç, ileri kapitalist ülkelerde, 1960 ile 1968 arasında fiili vergi sonrası ücret ve üretkenliğin yaklaşık aynı oranla (% 4) artmasına yardımcı oldu. Ancak, 1968 ile 1973 arasında, vergi sonrası reel ücretler, üretkenlikteki % 3.4'lük artışla karşılaştırılnca, % 4.5 büyüdü. Dahası, artan uluslararası rekabet nedeniyle, şirketler ücretlerdeki artışları daha yüksek fiyatlar olarak tüketicilere yansıtamadılar (keza bu da yine çökmeyi yavaşlatırken, onu durduramadı.) Sonuç olarak, bu dönemde işletmelere düşen kar payında % 15'lik bir düşüş yaşandı.

Ayrıca, işyerinin dışında ise, "kadınlar, öğrenciler ve etnik azınlıklar arasında bir dizi önemli kurtuluş hareketi ortaya çıktı. Toplumsal kurumların krizi ilerlemekteydi; ve büyük toplumsal gruplar, modern, hiyerarşik toplumun bizzat temellerini sorgulamaktaydı: ataerkil aileyi, otoriter okulu ve üniversiteyi, hiyerarşik işyerini ve ofisi, bürokratik sendikayı veya partiyi." (Takis Fotopoulos, "The Nation-state and the Market", s. 58, Society and Nature, cilt 3, s. 44-45)

Sermaye artık, uygun bir kar oranını sürdürmek amacıyla işçi sınıfından insanları yeterince bastıramadığı ve sömüremediği için, bu toplumsal mücadeleler ekonomik bir krize yol açtı. Bu kriz, işçi sınıfını disipline etmek, ve işyeri içinde ve dışında kapitalist otoriteyi yeniden tesis etmek için kullanıldı (bakınız Kısım C.8.2). Maddi refahtaki artışa rağmen, belki de onun yüzünden, [gerçekleşen] bu toplumsal ayaklanma sürecinin Malatesta tarafından öngörüldünü belitmeliyiz. 1922'de şunu söylüyordu:

"Reformistlerin temel hatası, efendilerle hizmetkarlar arasında bir dayanışmayı, samimi bir işbirliğini hayal etmeleridir. . .

"Az sayıdaki domuz çobanının sopasıyla hoşnut bir şekilde salına salına dolaşan, besili domuzlardan oluşan bir toplum tasavvur edenler; özgürlük gereksinimini ve insan saygınlığı duygusunu hesaba katmayanlar, . . . herkes için bolluk sağlayacak ve aynı zamanda hem patronlar hem de işçiler için maddi olarak avantajlı olacak bir teknik üretim örgütlenmesini hayal edebilir ve [buna] özlem duyabilirler. Ancak gerçekte, toplum karşıt sınıflara, yani işverenler ve çalışanlara bölündüğü müddetçe, herkes için bolluğa dayanan bir 'toplumsal barış' bir hayal olarak kalacaktır. . .

"Karşıtlık maddi olmaktan çok tinseldir. Patronlar ile işçiler arasında, insanlığın çıkarına [olacak şekilde] doğanın kuvvetlerinin daha iyi sömürülmesini {aynen aktarılmıştır} sağlayacak samimi bir karşılıklı anlayış asla olamaz, çünkü her şeyin ötesinde patronlar, patron olarak kalmak, ve işçilerin zararına olacak şekilde --yine diğer patronlarla rekabet ederek-- daima daha fazla güç elde etmek istemektedirler; işçiler ise patronlarından yeterince usanmışlardır ve daha fazla katlanamamaktadırlar!" (Life and Ideas, s. 78-79)

Savaş-sonrası uzlaşma ve sosyal demokratik reform deneyimi, toplumsal sorunun en nihayetinde yoksulluktan ziyade özgürlük olduğunu fazlasıyla göstermiştir. Ancak, sınıf mücadelesinin kapitalizm üzerindeki etkisini yeniden tesis etmek üzere.

Yakın zamanda, ABD'de işsizliğin azaldığı haberleri eşliğinde Wall Street'de yaşanan panik, işçi sınıfının gücü [karşısında yaşanan] bu korkuyu yansıtmaktadır. İşsizlik korkusu olmazsa, işçiler, koşullarında iyileştirmeler [elde etmek] için, kapitalist baskı ve sömürüye karşı, özgürlük ve daha adil bir dünya için savaşmaya başlayabilirler. Her çökme, işçilerin işsizliğin düştüğünü ve yaşam standartlarının iyileştiğini gördüğü dönemlerde gerçekleşmiştir --[bu] bir rastlantı değildir.

İşsizlik düştükçe enflasyonun artacağını gösteren Philips Eğrisi bu ilişkinin bir göstergesidir[ * ]. Enflasyon, fiyatlarda genel bir yükseliş durumudur. Neo-klasik iktisat (ve diğer "serbest piyasa" yanlısı kapitalistler) enflasyonun tamamen parasal bir fenomen olduğunu, bunun çeşitli metaların piyasada satılması için gerekli olandan daha fazla bir paranın dolaşımda olmasının bir sonucu olduğunu öne sürerler. Ancak, bu doğru değildir. Genelde, para arzı ile enflasyon arasında bir ilişki yoktur. Örneğin, enflasyon oranı düşerken para miktarı artabilir (1975 ile 1984 arasında ABD'deki durum). Enflasyonun başka kökenleri vardır; [enflasyon "fiyat ve para politikaları ile telafi edilmesi gereken, yetersiz karların bir ifadesidir. . ."  (Paul Mattick, Economics, Politics and the Age of Inflation, s. 19). Enflasyon, emeği ucuzlaştırarak yüksek karlara yol açar. Yani, "işçilerin reel ücretlerini {düşürür}. . . [bu ise], . . . fiyatlar ücretlerden daha hızlı artarken, işçilere gidecek gelir bunun yerine işletmeye gittiği {için} doğrudan doğruya işverenlerin faydasına olur." (J. Brecher ve T. Costello, Common Sense for Hard Times, s. 120)

Enflasyon, diğer bir deyişle, sınıflar arasında gelir bölüşümü üzerine sürmekte olan mücadelenin bir belirtisidir ve, işçilerin fiyatlar üzerinde herhangi bir kontrolü olmadığı için, (sübjektif veya objektif, her ne sebeple olursa olsun) kapitalistlerin kar marjları düştüğünde ortaya çıkar. Bunun anlamı, ücret artışlarının kendi başına enflasyona "neden olduğu" sonucuna varmanın yanlış olduğudur. Bunu yapmak, işçilerin fiyatları belirlemediğini, bunu kapitalistlerin yaptığı olgusunu gözardı etmek demektir. Enflasyon, kendine özgü bir yolla, kapitalizmin ikiyüzlülüğünü gösterir. Her şeyden öte, ücretler arz ve talebin "doğal" piyasa kuvvetleri nedeniyle yükselmektedir. Piyasaki koşullar sebebiyle daha düşük kar oranlarını kabul etmeyerek piyasada kumar oynamaya çalışanlar kapitalistlerdir. Belli ki, Tucker'ın ifadesini kullanırsak, kapitalizmde piyasa kuvvetleri, dişi kaz (emek) için iyiyken erkek kaz (sermaye) için kötüdür.

Bu, enflasyonun tüm kapitalistler için eş derecede uygun olduğu anlamına gelmez (ne de, açıktır ki, sabit gelirle yaşayan ve fiyatlar yükseldiğinde bundan zarar gören toplumsal katmanlar için; ancak bu insanlar sermayenin gözünde konu dışıdır). Bilakis, enflasyon dönemlerinde, borç verenler kaybetme ve borç alanlar ise kazanma eğilimindedirler. Kapitalizmin birçok taraftarının yüksek enflasyon düzeylerine karşı muhalefeti, bu olguya ve bunun işaret ettiği kapitalist sınıf içindeki bölünmeye dayanır. İki ana kapitalist grup vardır, finans kapitalistler ve endüstriyel kapitalistler. Bu ikinci grup (yukarıda belirtildiği üzere) enflasyondan faydalanabilirler ve faydalanmaktadırlar da; ancak, ilk grup yüksek enflasyonu bir tehdit olarak görür. Enflasyon hızlandığında, bu reel faiz oranını negatif bölgeye doğru itebilir, ve bu faiz gelirinin asli olduğu [insanlar] (yani finans kapital) açısından ürkütücü bir olasılıktır. Ayrıca, yüksek enflasyon düzeyleri toplumsal mücadeleyi alevlendirebilir, çünkü işçiler ve toplumun diğer kesimleri gelirlerini sabit bir seviyede tutmaya çalışırlar. Toplumsal mücadele katılanlar açısından politikleştirici bir etkiye sahip olduğu için, yüksek enflasyon koşulu kapitalizmin politik istikrarı üzerinde ciddi etkiler yapabilir, ve sonuçta da yönetici sınıf için sorunlara neden olabilir.

Enflasyonun medyada ve hükümet tarafından nasıl görüldüğü, kapitalist sınıfın iki kesiminin göreceli kuvvetlerinin ve toplum içerisindeki sınıf mücadelesinin seviyesinin bir yansımasıdır. Örneğin, 1970'lerde, sermayenin artan uluslararası hareketliliği ile birlikte, güç dengesi finans kapitale doğru dönmüş ve enflasyon tüm kötülüklerin kaynağı haline gelmiştir. Nüfuzun finans kapitale geçmesi, rantiye gelirinin yükselişinden gözlenebilir. ABD imalat [sanayi] karlarının bölüşümü bu sürece işaret etmektedir --1965-73 ile 1990-96 dönemlerini karşılaştırırsak, birikmiş karlar [retained earnings, dağıtılmayan karlar] % 65'den % 40'a düşerken, faiz ödemelerinin % 11'den % 24'e, temettü ödemelerinin [dividend payments, hisse getirileri] %26'dan % 36'ya yükseldiğini görürüz (birikmiş karların yatırım fonlarının en önemli kaynağı olduğu veriliyken, finans kapitalin yükselişi (sağ-kanadın iddialarının aksine) piyasalar giderek liberalleşirken ekonomik büyümenin neden durağanlaştığını açıklamaya yardım eder --reel yatırımlara yol açacak fonlar finans makinasında kalmıştı). Ayrıca, enflasyonun ürettiği grev ve protesto dalgaları yönetici sınıflar için endişelendirici etkilere sahiptir. Ancak, enflasyonun kökeninde yatan neden (yani karları arttırma [amacı]) var oldukça, enflayon ancak kabul edilebilir seviyelere, pozitif bir reel faiz oranını ve makul karları garanti eden seviyelere düşürülebilir.

Tam istihdamın iş alemi için kötü olduğunun bilincinde olunması, "Enflasyonu Hızlandırmayan İşsizlik Oranı" [Non-Accelerating Inflation Rate of Unemployment, NAIRU] temelini oluşturur. Bu, ekonomide enflasyon oranının hızlandırmaya başladığı iddia edilen işsizlik oranıdır. "Kuram"ın temelleri zayıfken (NAIRU gözle görülmeyen, hareketli bir orandır; böylece "kuram" her tür tarihsel olayı açıklayabilir, çünkü başlangıç noktası basit faniler tarafından görülemediği zaman her şeyi ispatlayabilirsiniz), çalışan insanlara, onların örgütlerine ve faaliyetlerine saldıran politikaları meşrulaştırmak için oldukça faydalıdır. NAIRU, azalan işsizlik ve artan işçi hakları ve gücünün sebep olduğu "ücret-fiyat" sarmalı ile ilgilidir. Tabii ki, asla "faiz-fiyat" sarmalını veya "kira-fiyat" sarmalını veya "karlar-fiyat" sarmalını asla duymazsınız --her ne kadar bunlar da fiyatın bir parçası olsa da. Daima "ücret-fiyat" sarmalıdır, çünkü basitçe faiz, kira ve kar sermaye için gelir demektir; ve böylece tanımsal olarak, her türlü serzenişin üstündedir. Kapitalist sistem, NAIRU'nun mantığını kabul ederek, bunun ve tam istihdamın birbiriyle uyuşmaz olduğunu; ve bu sayede de, onun [kapitalizmin] kaynakları etkin bir şekilde dağıttığı veya iş sözleşmelerinin her iki taraf için de eş derecede faydalı olduğu [gibi] iddiaları, örtük olarak kabul eder.

Bu nedenlerden ötürü, anarşistler sürekli bir canlanma ekonomisinin imkansız olduğunu, çünkü kapitalizmin, işçiler ile kapitalistler arasındaki sınıf mücadelesinin karlar üzerinde yarattığı sübjektif baskıyla birleşerek, zorunlu olarak sürekli bir canlanma-ve-patlama [bust] çevrimi üreten kar düşüncesiyle hareket ettiğini belirtirler. Özüne döndüğünde, bu hiç de şaşırtıcı olmaz; çünkü "zorunlu olarak, bazalarının zenginliği diğerlerinin yoksulluğuna dayanacaktır, ve daha büyük sayıda olanların zorlu koşulları ne pahasına olursa olsun sürdülecektir; ve üretmekten aciz olan bir tarafa kendilerini satacak eller bulunabilecektir --bu olmaksızın sermayenin birikimi imkansız olacaktır!" (Kropotkin, Op. Cit., s. 128)

Tabii ki, sistem üzerinde böylesi "sübjektif" baskılar hissedildiğinde, sermayenin özel birikimi çoğunluğun iyileşen koşulları tarafından tehdit edildiğinde, yönetici sınıf işçi sınıfının "açgözlülüğü" ve "bencilliği"nden bahseder. Bu gerçekleştiği zaman, Adam Smith'in bu konu üzerinde ne demiş olduğunu hatırlamalıyız:

"Aslında yüksek karlar yüksek ücretlerden daha fazla işin fiyatını yükseltme eğilimindedir. . . Meta fiyatının ücrete düşen kısmı. . . ücretlerdeki artışın ancak aritmetik katı olarak yükselir. Ancak çalışan insanların [patronları olan] tüm işverenlerin karları yüzde beş artarsa, meta fiyatının kara düşen kısmı,. . . kardaki bu artışın geometrik katı olarak yükselir. . . Tüccarlarımız ve usta imalatçılarımız, yüksek ücretlerin fiyatların artması üzerindeki olumsuz etkilerinden, böylece de yurtiçindeki ve dışarıdaki mal satışlarının düşmesinden şikayet ediyorlar. Onlar yüksek karların kötü etkileri hakkında hiçbir şey söylemiyorlar. Kendi kazançlarının zararlı etkilerine gelince suskundurlar. Onlar yalnızca başka insanlarınkinden şikayet ederler" (The Wealth of Nations, s. 87-88)
Geçerken, bugünlerde Smith'in "tüccarları ve usta imalatçıları"na ekonomistleri de eklememiz gerektiğini belitmeliyiz. Smith'in patronların herhangi bir eyleminin mazeretlerine karşı duyarsız analizinden bu yana ekonomi kuramında ilerlemeler (veya yozlaşmalar) olduğu veriliyken, bu hiç de şaşırtıcı değildir (eklemeliyiz ki, bu, "tüccar ve imalatçılarımız"dan gelen böyle bir talebe fikirler piyasasında denk düşen arz-talebin klasik bir örneğidir). Kapitalizmin sorunları nedeniyle "açgözlü" işçileri suçlayan herhangi bir kuram, bunları ücretli köleliğin yarattığı çelişkilerin içerisine yerleştiren bir kurama daima tercih edilecektir. Proudhon, "Politik iktisat --yani mülk sahibinin despotluğu-- asla hatalı olamaz: [sorun] proletarya olmalıdır" (Systems of Economic Contradictions, s. 187) derken, kapitalist ekonomi kuramını gayet iyi özetlemektedir. Ve konu (iş çevrimi veya işsizlik gibi) kapitalizmin sorunlarını "açıklayan" ekonomi olduğunda, 1846'dan (veya 1776'dan!) bu yana pek az şey değişiklik olmuştur. Kapitalist iktisat, nihayetinde, kapitalizmin her sorunu için, patronların peşine takılmayı reddeden işçi sınıfını sorumlu tutar (örneğin, işsizlik, patronların güçlerini ve karlarını korumak için işsizliğe gereksinimi olması nedeniyle değil, ücretlerin çok yüksek olmasından kaynaklanmaktadır --ilk açıklamanın doğruluğunu gösteren ampirrik kanıtlar için Kısım C.9.2'ye bakınız).

[Tartışmayı] sonuçlandırmadan önce, son bir nokta daha. Kapitalizm üzerindeki "sübjektif" baskılar analizimiz, anaakım [mainstream, egemen akım] ekonomininkine benzer gözükse de, durum böyle değildir. Bunun sebebi, analizimizin bu gibi baskıların sistemin doğasına içkin, çelişkili etkilere sahip olduğunu (ve bunlar, işleri iyileştirmeden önce kötüleştirmeksizin kolayca çözülemezler) ve özgür bir toplum yaratma potansiyelini taşıdığını kabul etmesidir. Analizimiz, işçilerin gücünün ve direnişinin (herhangi hiyerarşik bir sistem için olduğu gibi) kapitalizm için de kötü olduğunu kabul eder, ancak kapitalizmin (Nazi Almanyası gibi) otoriter rejimler yaratmadan, veya (durumun, sağ-kanat hükümetlerin açıkça derin durgunluklara neden olduğu 1980'lerin ABD'si ve İngiltere'sinde olduğu gibi) devasa boyutlarda bir işsizlik üretmeksizin yapabileceği hiçbir şey yoktur; ve 1930'ların ABD'si ve 1970'lerin İngiltere'sinden görülebileceği üzere, bunun bile işçi sınıfının mücadelesini ortadan kaldıracağının hiçbir güvencesi yoktur.

Bunun anlamı, analizimizin sistemin sınırlılıklarını ve çelişkilerini göstermenin yanısıra, işçileri "çalıştırmak" için onları zayıf bir pazarlık konumuna sokmasının (ki bu kapitalizmin özgür bir toplum olduğu efsanesi yerle bir eder) gerekliliğini gösterdiğidir. Dahası, çalışan insanları sistemin kurbanları olarak resmetmek yerine (çoğu Marksist kapitalizm analizindeki durum böyledir), analizimiz bizlerin, hem bireysel hem de kolektif olarak, faaliyetlerimizle sistemi etkileme ve değiştirme gücümüz olduğunu kabul eder. Çalışan insanların kendilerini olumsuzlamayı veya kendi çıkarlarını başkalarına tabi kılmayı veya sistemin gerektirdiği şekilde emir-alıcı bir rol oynamayı reddetmelerinden gurur duymalıyız. Otorite karşısında insan ruhunun, bir özgürlük mücadelesinin böylesine ifade edilmesi göz ardı edilmemelidir, küçümsenmemelidir; aksine kutlanmalıdır. Otoriteye karşı mücadelenin sistem için çok fazla sorun yarattığı, toplumsal mücadele karşıtı olan bir argüman değildir; bu, hiyerarşiye, sömürüye ve özgürlüğün reddine dayanan bir sisteme karşı olan bir argümandır.

Özetlemek gerekirse, toplumsal mücadele, sistemin içsel dinamiği ve onun en temel çelişkisidir: kapitalizm insanların çoğunu metalara (yani, emek gücünün taşıyıcılarına) dönüştürmeye çalışırken, bu nesneleştirilme sürecine karşı [oluşan] insani tepkileriyle (yani, sınıf mücadelesiyle) de uğraşmak zorundadır. Ancak, ücretlerin düşürülmesi krizi çözmez --tersine, Kısım C.9.1'de bahsedeceğimiz üzere, ücretlerin düşürülmesi krizi derinleştirir, iyileşmeden önce işleri kötüleştirir. Bu, ne de toplumsal mücadele ortadan kaldırılırsa kapitalizmin iyi işleyeceği anlamına gelir. Her şeyden öte, eğer emek gücünün de herhangi bir meta gibi olduğunu varsayarsak, arzına göre talebi yükselirse fiyatı da artacaktır (bu, ya enflasyona veya karların sıkışmasına; veya muhtemelen her ikisine birden neden olacaktır). Bu nedenle, emek gücünün onu satan bireylerden ayrılamayacağı olgusuna eşlik eden toplumsal mücadele olmaksızın bile, kapitalizm, ancak ve ancak artı emeğin (işsizliğin) yeterli miktarda artı değer yaratımını sağladığı olgusuyla yüzleşmek zorunda olacaktır.

Dahası, bireyler, az bir miktar para karşılığında özgürlüklerini ve yaratıcılıklarını satmaya istekli oldukları, patronlarının her talebi ve kaprisine sorgusuz sualsiz yerine getirdikleri (ve böylece, süreç içerisinde kendi kişiliklerini ve bireyselliklerini yadsıdıkları) kapitalist bir ekonomide yaşamaktan tamamem mutlu olduklarını varsaysak bile, kapitalizm, gelişimini sınırlayan "objektif" baskılara sahiptir. Bu nedenle, yukarıda bahsedildiği üzere, toplumsal mücadele kapitalist bir ekonominin sağlığı üzerinde belirleyici bir etkiye sahip olmakla beraber, bu sistemin yüz yüze kaldığı yegane sorun değildir. Bunun sebebi, [sistemin] ürettiği otoriter toplumsal ilişkilerin (ve bunlara karşı olan direnişin) ötesinde ve üstünde, sistemin içinde varolan objektif baskılardır. Bu baskılar bir sonraki kısımlarda (Kısım C.7.2 ve Kısım C.7.3) tartışılmaktadır.
 

C.7.2 PİYASANIN İŞ ÇEVRİMİNDE OYNADIĞI ROL NEDİR?

Kapitalizmin ana sorunu, bizzat kapitalist piyasanın işleyişidir. "Serbest piyasa" destekçilerine göre, piyasa yatırım ve üretim kararlarının yapılması için gerekli olan tüm bilgiyi sağlamaktadır. Bu, bir metanın fiyatındaki artış veya düşüşün piyasadaki herkes için bir sinyal olarak işlev gördüğü, ve ardından da herkesin bu sinyale tepki verdiği anlamına gelir. Bu tepkiler piyasa tarafından uyumlanacak, ve sağlıklı bir ekonomi ortaya çıkacaktır. Örneğin, bir metanın fiyatındaki artış o metanın üretiminin artmasına ve tüketiminin azalmasına yol açacak, ve bu ise ekonomiyi dengeye doğru götürecektir.

Piyasanın bu şekildeki izahının temelsiz olmadığı kabul edilebilekken, fiyat mekanizmasının şirketlerin veya bireylerin gereksinim duyduğu tüm ilgili bilgiyi aktarmadığı da açıktır. Bu, kapitalizmin ekonomi ders kitaplarındaki gibi işlemediği anlamına gelir. İçerdikleri insani ve toplumsal maliyetlerle, ekonomik faaliyette canlanmalara ve çökmelere neden olan bizzat piyasa mekanizmasının işleyişleridir. Fiyat mekanizmasının işleyişinin ardında gizli olan fiili süreçleri inceleyerek bunu görebiliriz.

Bireyler ve şirketler gelecekteki üretime ilişkin planlar yaptıklarında, bugünkü talebe göre değil, ürünlerinin piyasaya gireceği gelecekteki bir zamandaki talebe göre planlarını yaparlar. Fiyat mekanizmasının sağladığı bilgi ise şimdiki zamandaki arz ve talep ilişkisine (veya piyasa üretim fiyatına göre piyasa fiyatına) yöneliktir. Bu bilgi insanların planlarıyla ilgili olmakla beraber, buna dahil olanlarla ilgili olan veya onların gerek duyduğu tüm bilgi bu değildir.

Piyasanın sağlamadığı bilgi, diğer insanların sunulan bilgi karşısındaki planlarına [ilişkin olan bilgidir]. Dahası, bu bilgi, rekabet nedeniyle sunulamaz. Basitçe ifade edilirse, eğer A ve B rekabet halindeyse, eğer A faaliyetleri hakkında B'ye bilgi verirse, ancak B buna karşılık vermezse, bu durumda B A'ya göre daha etkin bir şekilde rekabet etme pozisyonunda olacaktır. Bu nedenle piyasa içerisinde iletişim engellenmektedir, ve her üretim birimi geriye kalanlardan izole bir haldedir. Diğer bir deyişle, her kişi veya şirket aynı sinyale (fiyattaki değişime) tepki vermektedir, ancak her biri diğer üretici ve tüketicilerin tepkilerinden bağımsız olarak davranmaktadır. Sonuç genellikle, işsizlik ve ekonomik aksamaya yol açan piyasada bir çöküştür.

Örneğin, bir metanın kıt olması nedeniyle fiyatında artış olduğunu varsayalım. Sonuç, bu piyasada aşırı karların ortaya çıkması, ve ortalamanın-üstündeki karlardan pay almak için sermaye sahiplerinin üretimin bu dalına yatırım yapmalarıdır. Ancak, tüketiciler fiyat artışına o malın tüketimini azaltarak tepki vereceklerdir. Bu bağımsız kararların sonuçları gerçekleştiği zaman, efektif talebe [effective demand, satın alma gücü ile desteklenen talep] oranla piyasada o malın aşırı üretimi söz konusu olacaktır. Mallar satılamaz, ve böylece de üreticiler ürünlerinden kar elde edemedikleri için gerçekleştirim krizi ortaya çıkar. Bu aşırı üretim veriliyken, çöküş olur, sermaye stoklarını eritir [disinvest], ve piyasa fiyatı düşer. Bu nihayetinde talebin arza oranla yükselmesine yol açar, üretim büyüyerek yeni bir canlanmaya yol açar ve bu böyle devam eder.

Proudhon, bu sürecin "değerin ikili karakteri"nin (yani kullanım ve değişim değeri arasındaki) "çelişkisi" nedeniyle gerçekleştiğini belirtir. Bu çelişki, malların "değerlerinin --fayda üretimi artarken-- düşmesine, ve>" aşırı-üretim yoluyla "üreticinin sürekli olarak kendisini zenginleştirerek yoksulluğa düşmesine" yol açar. Bunun sebebi, "yirmi çuval buğday hasat eden" bir üreticinin, "on tane hasat yapıyorkine göre kendisinin iki kat zengin olduğuna inanmasıdır"dır. ". . .Hanehalkları bağlamında haklıdırlar; dışsal ilişkilerine bakılırsa, tamamen yanlış olabilir. Eğer tüm ülkede buğday rekoltesi ikiye katlanırsa, yirmi çuval --bunun yarısı kadar olmasına rağmen-- on [çuvaldan] daha az bir paraya satılacaktır." (The System of Economical Contradictions, s. 78, s. 77-78)

Bunun insanların birbiriyle ilintili olmayan bir dizi hata yapması sorunu olmadığının belirtilmelidir. Bu daha ziyade, piyasanın tüm dahil olanlara aynı bilgiyi sunmasının ve bu bilginin rasyonel karar alımı için yeterli olmamasının sonucudur. Her bir amil [agent, ajan] açısından üretimi büyütmek veya daraltmak rasyonel olurken, tüm amillerin bu şekilde davranması rasyonel değildir. Kapitalist bir ekonomide, fiyat mekanizması rasyonel kararlar alınması için gerekli olan tüm bilgiyi sunmaz. Aslında, orijinal bilgiye karşı planlanan tepkiler bağlamında gerekli olan ekstra bilginin bastırılmasını aktif bir şekilde destekler.

İşte iş çevrimini destekleyen şey bu irrasyonalite ve bilgi eksikliğidir. Üretimde burada ana hatlarıyla açıklanan türden yerel canlanmalar ve çöküşler, ekonominin geneline piyasa tarafından yetersiz bilgi yayılması nedeniyle genel bir krize doğru büyüyebilir. Ancak, sermayenin sanayiler arasındaki oransızlıkları per se [kendiliğinden] genel bir krize yol açmaz. Eğer durum böyle olsaydı, sermaye refah dönemleri sırasında ve keza durgunluk dönemlerinin hemen öncesinde piyasalar arasında hareket ettiği için, kapitalizm devamlı kriz halinde olurdu. Bu, piyasa altüst oluşlarının [dislocation] ekonomideki genel krizi açıklamakta bir temel teşkil edemeyeceği anlamına gelir (yerel çöküşleri açıklayabilse ve açıklasa da).

Bu nedenle, kendisini piyasada genel bir bollukla ifade eden genel kriz eğilimi, daha derindeki ekonomik değişikliklerin bir ürünüdür. Bilginin piyasa tarafından bastırılması bir durgunluğun ortaya çıkmasında rol oynarken, genel bir çöküş ancak kapitalist ekonomik faaliyetin ikinci bir yan etkisiyle --yani sermaye yatırımı ile sınıf mücadelesinin objektif baskısının bir sonucu olan üretkenlik artışıyla-- birlikte gerçekleşen yerel bir canlanma ve çöküş çevriminden kaynaklanır.

Artan üretkenlik ve sermaye yatırımından ortaya çıkan sonuçlar bir sonraki kısımda tartışılacaktır.
 

C.7.3 YATIRIMIN İŞ ÇEVRİMİNDE OYNADIĞI ROL NEDİR?

Kapitalizm açısından diğer sorunlar, şirketin kısa dönemli karını yükseltmeyi amaçlayan sermaye yatırımı veya yeni  çalışma pratiklerinin bir sonucu olarak ortaya çıkan üretkenlikteki artışlardan kaynaklanır. Karları azami kılma gereği, işgücünün üretkenliğini geliştirmek (yani üretilen artı değer miktarını artırmak) için giderek daha fazla yatırım yapılmasına neden olur. Üretkenlikteki artış ise ancak, ne kar üretilirse üretilsin, bunun artan sayıdaki metalar üzerine yayılacağı anlamına gelir. Bu karın hala piyasada gerçekleştirilmesi gerekmektedir, ancak kapitalistler mevcut değil de beklenen piyasalar için üretim yaptıkları için bu güçleşmektedir. Bireysel firmalar rakiplerinin ne yapacaklarını tahmin edemediği için, onlar açısından (yatırımı artırmak yoluyla) üretimi artırarak piyasa paylarını azami kılmaya çalışmak rasyoneldir. Piyasa eylemlerini düzenlemeleri için gerekli olan bilgiyi sağlamadığı için, bu arzın talebi aşmasına ve üretilmiş olan metalarda içerilen karların gerçekleştiriminde güçlüklere yol açacaktır. Başka bir ifadeyle, sermayenin aşırı birikimi nedeniyle bir aşırı üretim dönemi ortaya çıkacaktır.

Üretim araçlarına yapılan yatırımdaki artış nedeniyle, değişken sermaye (emek) giderek daha fazla sabit sermaye (üretim araçları) kullanır. Emek artı değerin kaynağı olduğu için, bu kısa dönemde karların yeni yatırımlarla artırılması gerektiği anlamına gelir, yani firmanın ürettiği metalar veya hizmetlerin üretim maliyetlerini düşürmek amacıyla işçilerin önceye göre daha fazla üretmesi gereklidir. Bu, artan karların (eski üretim maliyetlerini yansıtan) mevcut piyasa fiyatı üzerinden gerçekleştirilmesine imkan verir. Toplam (yani sabit ve değişken) sermaye üzerindeki getirinin artması veya en kötüsünden sabit kalması için emeğin sömürüsü artmalıdır.

Ancak, bu bir şirket için rasyonel olabilirken, tüm firmalar bunu yaptıklarında rasyonel olmaz (ki iş aleminde ayakta kalmaları için böyle yapmalıdırlar). Yatırım artarken, işçilerin üretmek zorunda oldukları artı değer daha hızlı artmalıdır. Eğer ekonomideki mevcut karlar yatırılan toplam sermayeye oranla çok küçükse, o halde bir şirketin (fiyat mekanizması nedeniyle) belli bir piyasada yerel bir çöküş yüzünden karlarda karşılaştığı herhangi bir sorun, bütün bir ekonomiyi etkileyecek şekilde yayılabilir. Diğer bir deyişle, kar oranında (karın, sermaye ve emekteki yatırıma oranında) ekonominin bütününde yaşanan bir düşüş, halihazırda üretilmiş olan artı değerin (sermayenin genişlemesi için tahsis edilmiş) para biçiminde kalmasına ve böylece de sermaye işlevini yerine getirmemesine yol açabilir. Hiçbir yeni yatırım yapılmaz, mallar satılamaz; ve bu üretimin genel olarak azalmasına, ve böylece de şirketler işçileri çıkardığı veya kapandıkları için işsizliğin artmasına yol açar. Bu ekonomiden giderek daha fazla sabit sermayenin çekilmesine, işsizliğin daha da artmasına yol açar. Bu ise bir işe sahip olanları daha fazla çalışmaya, daha uzun süre çalışmaya zorlayarak üretilen kar kütlesinin artmasına olanak tanır, (nihayetinde) kar oranında yükselişe yol açar. Kar oranları yeterince yükseldiğinde, kapitalistlerin yeni yatırım yapması için teşvik oluşur ve çöküş canlanmaya dönüşür.

Eğer kar oranını düşürecekse hiçbir şirketin makinalara yatırım yapmayacağı nedeniyle bu analizin hatalı olduğu iddia edilebilir. Ancak böylesi bir itiraz hatalıdır, çünkü (belirttiğimiz üzere) böylesi bir yatırım belirli bir firma için tamamıyle makuldür (aslında bir gerekliliktir). Yatırım yaparak (potansiyel olarak) piyasada üstünlük edinirler, ve böylece de karları artar. Ne yazık ki, bu bireysel olarak makulken, kolektif olarak böyle olmaz --bu bireysel davranışların sonucun bir bütün olarak ekonomide aşırı yatırım olması nedeniyle. Tam rekabet modelinin aksine, gerçek ekonomide kapitalistlerin geleceği, ve (bırakın rakiplerinin eylemlerini) bu nedenle de kendi eylemlerinin sonuçlarını bilmesinin hiçbir yolu yoktur. Böylece, sermayenin aşırı birikimi rekabetin doğal bir sonucu olur, çünkü bu bireysel olarak rayoneldir ve gelecek bilinemez. Bu iki etken firmaların bu şekilde davranmalarını, sonuçta aşırı üretime yol açacak [şekilde] makinalara yatırım yapmalarını sağlar.

Aşırı üretim ve ardından da depresyonun takip ettiği refah çevrimleri kapitalizmin doğal bir sonucudur. Aşırı üretim, aşırı birikimin bir sonucudur, ve aşırı birikim ise iş aleminde yaşamak için gerekli olan kısa vadeli karların azami kılınması sebebiyle oluşur. Böylece kriz piyasada metaların bolluğu olarak ortaya çıkarken --çünkü ortada toplam talepçe satın alınabilecekten daha fazla meta dolaşımdadır (Proudhon'un sözleriyle, "Mülkiyet ürünleri emekçilere, onlar [bunları üretmek] için onlara ödediğinden daha fazlasına satar)--, kökenleri daha derindedir. Bu kapitalist üretimin bizzat doğasında yatmaktadır.

Kapitalizm üzerindeki bu "objektif" baskıların klasik bir örneği, 1930'ların Büyük Buhranını önceleyen "Kükreyen Yirmiler"dir. 1921 çöküşünün ardından, 1919 ile 1927 arasında yatırımların neredeyse ikiye katlanmasıyla ABD'de hızlı bir yatırım artışı yaşandı.

Sermaye teçhizatındaki bu yatırım nedeniyle, 1919 ile 1929 arasında imalat [sektörü] üretimi yıllık olarak % 8 büyüdü, ve emek üretkenliği ise yıllık olarak % 5.6 büyüdü (bu 1921-22 çöküşünü de içermektedir). Üretkenlikteki bu artış, 1922 sonrasındaki canlanma sırasında, imalat sektörü gelirlerinin maaşlar içindeki payın % 17'den % 18.3'e yükselmesi ve sermayenin payının ise % 25.5'dan % 29.1'e yükselmesi olgusunda yansımasını bulmuştur. 1920 ile 1929 arasında, idari maaşlar % 29.1 ve firma artıkları % 62.6 yükseldi. Maliyetler düşer ve fiyatlar nispeten istikrarlı kalırken, karlar artmakta ve bu yüksek düzeyde sermaye yatırımına yol açmaktadır (sermaye malları üretimi yıllık olarak ortalama % 6.4 yükselmişti).

Hiç de şaşırtıcı olmadığı üzere, bu gibi durumlarda, 1920'lerde ailelerin % 60'ı 2000 $'dan, % 42'si ise 1000 $'dan daha az [kazanırken], zenginlik yukarıda toplanmıştı. Ailelerin % 1'lik kesiminin 10'da biri en aşağıdaki % 42'si kadar kazanıyordu, ve nüfusun sadece % 23.3'ünü oluşturan [bir kesim] ise 10.000 $'dan fazla gelire sahipti. 1929'da en zengin % 1, ulusun refahının % 40'ına sahipken (ve yarım milyon doları olan insan sayısı 1920 ile 1929 arasında 156'dan 1489'a yükselirken), nüfusun en altındaki % 93'lük [kesim] 1923 ile 1929 arasında kişi başına reel harcanabilir gelirlerinde % 4'lük bir düşüş yaşadı.

Ancak buna rağmen, ABD kapitalizmi canlanma içindeydi ve bırakınız yapsınlar [laissez faire, serbest bırakma prensibi] kapitalizmi zirvesindeydi.Ancak 1929'a gelindiğinde hisse senedi piyasasının çökmesiyle birlikte tüm her şey değişti --bunu derin bir bunalım takip etti. Bunun sebebi neydi? Yukarıda sunduğumuz analiz veriliyken, buna işsizliği azaltan, böylece de işçi sınıfının gücünü artıran ve karların daralmasına yol açan bir "canlanma"nın yol açmış olması beklenebilirdi, ancak durum böyle değildi.

Bu çöküş işçi sınıfının direnişinin bir sonucu değildi, aslında 1920'ler sürekli işverenlerin faydasına olan bir emek piyasasının varlığıyla dikkat çekiyordu. Bunun iki sebebi vardı. Birincisi, 1910'ların sonundaki "Palmer Baskınları" ABD emek hareketi içerisindeki ve daha geniş toplum içerisindeki radikallerin kökünün temizlenmesine yol açmıştı. İkincisi, 1920-21'in derin bunalımı (bu zaman zarfında ulusal işsizlik oranları % 9'un üzerindeydi) işverenlerin işçi protestolarına karşı yasal emirleri [injuction] kullanımı, ve sendika üyelerini ortaya çıkarmak, onları işten atmak için sanayi casuslarının kullanılmasıyla birleşerek emeği zayıflattı, ve böylece de --işçiler, işlerinde kalmak için "sarı" sözleşmeleri [yellew-dog contract, sendikayla ilişkisi olmayacağına dayanan sözleşme] imzalamaya zorlanırken-- sendikaların etkisi ve büyüklüğü azaldı.

1922 sonrasındaki canlanma sırasında, bu durum değişmedi. Ulusal % 3.3 işsizlik oranı, tarım-dışı [non-farm] işsizliğin 1923 ile 1929 arasındaki ortalamasının % 5.5 olduğu olgusunu gizlemektedir. Bütün sanayiler genelinde, imalat sektörü çıktısının büyümesi emeğe olan talebi yükseltmedi. 1919 ile 1929 arasında, üretim işçileri istihdamı % 1 düştü ve üretim-dışı istihdam % 6 düştü (1923'den 29'a kadar olan canlanma sırasında, üretim istihdamı yalnızca % 2 yükseldi, ve üretim-dışı istihdam sabit kaldı). Bunun sebebi emek tasarrufu sağlayan makinaların kullanılmaya başlanması ve sermaye stoğundaki artıştı. Ayrıca, çiftçilikteki yüksek üretkenlik, kırsal işçilerin kent emek piyasasına akmasına neden oldu.

Yüksek işsizlikle karşı karşıya kalan işçilerin (özellikle de görece yüksek ücretlere ve istihdam istikrarına sahip olanların) işten ayrılma oranları, işlerini kaybetme korkusuyla düştü. Buna eşlik eden sendikaların sürekli gerilemesi ve oldukça düşük sayıdaki grevler (1880'lerin başından bu yanaki en düşüğü) emeğin güçsüzleştiğine işaret etmektedir. Fiyatlar gibi ücretler de nispeten istikrarlıydı. Aslında, toplam imalat sektörü gelirinin ücretlere giden payı 1923-24'ün % 57.5 seviyesinden 1928-29'da % 52.6'ya düştü (1920 ile 1929 arasında % 5.7 düştü). İlginçtir ki, 5 yıl boyunca emek piyasası koşullarının işverenlerin lehine olmasına rağmen, işsizlik hala yüksekti. Bu, kapitalizmdeki işsizliğin güçlü sendikalar veya yüksek ücretler nedeniyle olduğu şeklindeki neo-klasik "argüman"ın en hafif bir deyişle kusurlu olduğu anlamına gelir (bakınız Kısım C.9).

Ne olduğunu anlamanın anahtarı kapitalist üretimin çelişkili doğasında yatmaktadır. "Canlanma" koşulları, üretkenliği artıran, böylece de maliyetleri düşüren ve karları arttıran sermaye yatırımının bir sonucudur. Sermaye mallarına büyük ve artan [bir şekilde] yatırım yapılması, karların harcanmalarını sağlayan temel aygıttır. Ayrıca, ekonominin büyük şirketlerin damgasını taşıyan sektörleri (yani az sayıda firmanın hakimiyeti altında olan oligapoller) daha rekabetçi olanlar üzerinde baskı yarattı. Büyük şirketler, her zaman olduğu gibi, piyasa konumları nedeniyle (bakınız Kısım C.5) karlardan daha yüksek bir pay aldıkları için, bu, ekonominin daha rekabetçi sektörlerindeki firmaların 1920'ler boyunca karlılık kriziyle karşılaşmasına yol açtı.

Yatırımlardaki bu artış, ekonominin daha rekabetçi sektörlerindeki karları doğrudan doğruya daraltırken, aynı zamanda nihayetinde ise ekonomi genelinde kar oranının durağanlaşmasına, ve ardından da düşmesine yol açtı. Ekonomideki mevcut kar kütlesi büyürken, bu nihayetinde yatırılan toplam sermayeyle karşılaştırılınca çok küçük kaldı. Dahası, emeğe giden gelir payında düşme ve eşitsizlikteki artışla birlikte, mallara olan toplam talep üretime yetişemedi, bu ise satılamayan mallara yol açtı (aşırı üretim eksik tüketimi ima ettiği (ve keza tersi de geçerlidir) için, aşırı yatırımın aşırı üretime yol açacağını ifade etmenin başka bir yoludur). Yatırımlardan beklenen getiriler (karlılık) duraksadığı için, yatırım talebinde bir düşüş gerçekleşti ve böylece (ağırlıklı olarak karlardan daha hızlı yükselen sermaye stoğundan kaynaklanan) bir çöküş başladı. Yatırım 1928'de düzleşti ve 1929'da geriye doğru döndü. Yatırımdaki durgunlukla beraber, 1928 ile 1929'da karlılığı artırmaya yönelik büyük bir spekülatif düşkünlük yaşandı. Bu, hiç de şaşırtıcı olmayacak bir şekilde, başarısız oldu ve Ekim 1929 hisse senesi piyasası çöktü, 1930'ların Büyük Buhranı'nın yolu hazırlandı.

1929 çöküşü kapitalizmin "objektif" limitlerine işaret eder. Emeğin oldukça zayıf konumuna rağmen, kriz yine de gerçekleşti ve refah "zor zamanlar"a dönüştü. Neo-klasik ekonomi kuramının aksine, 1920'lerde yaşanan olaylar, emeğin tüm diğer metalar gibi bir meta olduğu şeklindeki kapitalist varsayıma gerçek yaşamda yaklaşılmış olsa dahi, kapitalizmin yine de krize tabi olduğunu göstermektedir (ironik bir şekilde, 1920'lerin militan sendika hareketi, geliri sermayeden emeğe kaydırarmak yoluyla toplam talebi arttırarak, yatırımı azaltarak ve ekonominin daha rekabetçi sektörlerini destekleyerek krizi erteleyecekti!). Bu nedenle, herhangi bir krize ilişkin (1930'larda ve 1970'lerde çok popüler olan) neo-klasik "emeği suçla" argümanı hikayenin yalnızca yarısını söyler (o da tabii söylüyorsa). İşçiler, kapitalist otorite karşısında hizmetçi gibi hareket etseler dahi, kapitalizm yine de (1920'lerde ve 1980'lerde gösterildiği üzere) canlanma ve patlamanın izini taşıyacaktır.

Başka bir örneği alırsak, 5 milyon kişiyi çalıştıran ve 126 milyar $ varlığa sahip olan Amerika'nın en büyük 100 şirketi, işçi başına düşen ortalama varlık miktarının 1949'daki 12.200 $ [seviyesinden] 1959'da 20.900 $'a ve 1962'de 24.000 $'a yükseldiğine tanıklık ettiler (First National City Bank, Economic Letter, Haziran 1963). Görülebileceği üzere, işçi başına düşen ortalama varlıklar zamanla düşmüştür. İlk yüksek sermaye oluşumu dönemini, 1957 ile 1961 arasındaki durgunluk dönemi takip etti. Bu yıllar işsizlikte keskin bir artışın (1956'da 3 milyondan 1961'de 5 milyona) ve çöküş sonrasında öncesine göre yüksek bir işsizlik oranının izlerini taşır (1956'daki 1 milyon rakamından 1962'de yaklaşık 4 milyona). (T. Brecher ve T. Costello, Common Sense for the Hard Times, çizim 2]

Bu döneme ilişkin verilere değindik, çünkü "serbest piyasa" kapitalizminin bazı destekçileri aynı dönemi sermaye yatırımlarının avantajlarını savunmak için kullanmışlardır. Ancak bu veriler aslında, artan sermaye oluşumunun durgunluk potansiyelinin yaratılmasına yardım ettiğine işaret eder, çünkü bu bir dönem için üretkenliği (ve böylece de karları) yükseltmekle beraber, uzun vadede kar oranlarını düşürür, çünkü ekonomide (yatırılan sermayeye oranla) göreceli bir artı değer kıtlığı vardır. Bu dönem boyunca işsizlikteki artış ve (kapitalizmde ilk planda üretim noktası olan) sermaye oluşumundaki düşüş, kar oranlarındaki bu düşüşe işaret etmektedir.

Böylece, kar oranı sermaye oluşumunun sürmesine izin vermeyecek bir düzeye düşerse, çöküş başlamıştır. Bu genel çöküş genellikle (muhtamelen kısım C.7.2'de betimlenen süreçten kaynaklanan) belli bir metadaki aşırı üretimle başlar. Eğer ekonomide yeterince kar varsa, yerelleşmiş çöküşlerin büyüme ve genelleşme eğilimi vardır. Bir çöküş ancak kar oranı ekonomi genelinde düşerse gerçekleşir. Yerel bir çöküş, piyasanın üreticilere sağladığı bilginin eksikliği yüzünden, piyasa aracılığıyla yayılır. Bir sanayi fazla üretirse, daha fazla kar gerçekleştirmek amacıyla üretimini kısar, maliyet-azaltıcı tedbirleri uygulamaya sokar, işçileri atar ve bu böyle sürüp gider. Bu, etkilenen sanayiye arzda bulunan sanayilere yönelik talebi azaltır ve işsizlik nedeniyle genel talebi düşürür. Artık ilgili olan sanayilerin kendileri aşırı üretimle karşı karşıyadır; ve piyasa tarafından sağlanan bilgiye doğal tepki ise, yeniden talep azalmasına yol açacak şekilde tek tek şirketlerin üretimi azaltması, işçi çıkarması, vb. olur. Bireysel olarak bu rasyonelken, kolektif olarak değildir ve böylece tüm sanayiler aynı sorunla karşılaşır. Yerel bir çöküş ekonomiye yayılır, çünkü kapitalist ekonomi üreticilerin rasyonel kararlar alması veya kendi faaliyetlerini düzenlemesi için gerekli olan yeterli bilgiyi iletmez.

"Aşırı üretim"in, işçi sınıfının değil yanlızca sermayenin bakış açısından var olduğunu vurgulamalıyız:

"Ekonomistlerin aşırı üretim dedikleri şey, işçilerin alım güçlerinin ötesinde olan üretimden başka bir şey değildir. . . bu tip bir aşırı üretim mevcut kapitalist üretimin öldürücü bir özelliği olmaya devam eder, çünkü işçiler maaşlarıyla ürettiklerini satın alamazlar ve aynı zamanda emekleri üzerinden yaşayan aylaklar sürüsünü bolca beslerler." (Peter Kropotkin, Op. Cit., s. 127-128)
Diğer bir deyişle, aşırı üretim ve eksik tüketim karşılıklı olarak bir diğerini ima etmektedir. Talebi karşılayan [solvent] verili seviyeye tekabül eden haricinde aşırı bir üretim söz konusu değildir. Verili üretim seviyesine göreki dışında talepte bir eksiklik yoktur. "Aşırı üretilen" mallara belki tüketicilerin ihtiyacı vardır, ancak piyasa fiyatı kar üretemeyecek kadar düşüktür ve bu nedenle bunu [karı] suni bir şekilde artırmak üzere üretimin azaltılması gereklidir. Bu nedenle, örneğin durgunluk yıllarında insanlar açken imha edilen gıdaların görüntüsü yaygın bir görüntüdür.

Böylece, kriz piyasada bir "meta bolluğu" olarak (yani efektif talepte bir düşüş olarak) ortaya çıkarken ve ekonominin geneline fiyat mekanizmasıyla yayılırken, kökenleri üretimde yatmaktadır. Kar düzeyleri kabul edilebilir bir düzeyde istikrara kavuşana, böylece de yenilenen sermaye genişlemesine izin verene kadar, çöküş devam edecektir. Böyle bir maliyet düşürmenin toplumsal maliyeti, ancak kapitalistlerin güç ve refahlarını tehdit ederse endişelenilecek olan başka bir "dışsallık"tır.

Kapitalizmin gelişen bir genel krizi ertelemesinin (ancak durdurmasının değil) yolları vardır tabii ki. Bir yöntem, piyasaların çoğaldığı, ve karların az gelişmiş ülkelerden çekip çıkarıldığı ve emperyalist ülkelerin karlarını itelemek için kullanıldığı emperyalizmdir ("İşçiler ürettikleri zenginlikleri ücretleri ile satın alamazken, sanayi piyasa için başka yerlere bakmak zorundadır." - Kropotkin, Op. Cit., s. 55). Bir başkası, devletin kredi ve diğer ekonomik etkenler üzerindeki manipülasyonudur (asgari ücretler, sendikaların sistemle birleştirilmesi, işçileri tetikte tutmak için "doğal" işsizlik oranını muhafaza etmek vb. gibi). Bir diğeri tüketimi artırabilecek ve böylece de aşırı üretim tehlikesini azaltacak [şekilde], toplam talebi arttırıcı devlet harcamalarıdır. Veya yeni yatırımlarca üretilen sömürü oranı, sabit sermayedeki artışı karşılayacak kadar yüksek olabilir ve kar oranını düşmekten alıkoyabilir. Ancak, bunların (objektif ve sübjektif) sınırları vardır ve durgunluğun gerçekleşmesini asla engelleyemezler.

Bu nedenle, kapitalizm, yukarıda değinilen kar üretimi üzerindeki objektif baskılar yüzünden canlanma-ve-patlama çevrimlerinden muzdariptir --daha önce açıklandığı üzere, işçilerin otoriteye karşı sübjektif ayaklanmasını göz ardı etsek dahi. Diğer bir deyişle, işçilerin insani varlıklar değil yalnızca "değişken sermaye" olduğu şeklindeki kapitalist varsayım doğru bile olsa, bu kapitalizmin krizden muaf bir sistem olduğu anlamına gelmez. Ancak, çoğu anarşist açısından, böylesi bir tartışma biraz akademikçedir, çünkü insani varlıklar birer meta değildir, emek "piyasası" demir piyasası gibi değildir, ve kapitalist tahakküme karşı sübjektif isyan kapitalizm mevcut olduğu müddetçe var olacaktır.


Çeviri: Anarşist Bakış

[ * ] AB'nin Notu: Metnin orijinalinde, "istihdam düştükçe" denmektedir, ancak bu yanlış bir ifade olduğu için çeviride "işsizlik düştükçe" diye çevirilmiştir. Alternatif olarak "istihdam yükseldikçe" diye de çevirilebilir.
Kaynak: "C.7 What causes the capitalist business cycle?", Anarchist FAQs.
Anarşist Yazın Ana Sayfa --->
1