TÜRKLEŞTİRME PROJESİNİN ADIMLARI: 27
MAYIS, 12 MART VE 12 EYLÜL
SEYFİ CENGİZ
1839’da Tanzimat’la başlayan sözde “Batılılaşma” veya
“modernleşme” programı ordu aracılığıyla yürütüldü. Tüm bu süreçte
ordu başat bir rol oynadı. 1908, 1919-22 ve 1923 çarpıcı örneklerdir.
TC’nin kurucusu ordudur. Bu kuruculuğun kendisi de resmi tarih
görüşünde sunulduğu gibi bir “devrim” değil, darbe niteliği
taşımaktadır.
1925 Şeyh Sait hareketini takiben Batı’da tek parti yönetimi, Dersim
ve Kürdistan’da çıplak bir askeri diktatörlük oluştu. Türk
devletinin temelleri 1925-46 yılları arasındaki 20 yılda atıldı.
Türkleştirme projesinin en kanlı safhalarından biri 1915, bir diğeri
1925-46 arasıdır. 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül de Türkleştirme
projesinin adımlarıdır.
27 MAYIS 1960
Batı ile ittifakların geliştirildiği İkinci Savaş sonrasında bu
yönelimin bir gereği olarak ilk kez çok partili ve seçimli bir
rejime izin çıktı. Sözde “Batı tipi demokrasi”ye geçilecekti.
Çok partili dönem 1946’da başladı. 1950’de ilk genel seçim yapıldı.
Bu ilk seçimde Türkiye halkları intikam alırcasına kendilerine
sunulan öteki tek seçeneği iktidara taşıdılar. Böylece 1950 yılında
devlet partisi CHP alaşağı edildi. Parlamento ve hükümet DP’nin
eline geçti.
Bu partilerden ikisi de hakim sınıflar blokuna aitlerdi. CHP kentsel
azınlığın, DP ise kırsal çoğunluğun desteğine dayanıyordu.
Kendilerine “devrimci” sıfatını yakıştıran Kemalistler’in ve
Kemalist Türkiye solunun bir “karşı-devrim” olarak nitelediği bu
değişim, gerçekte TSK ve onun partisi CHP’nin 1925-46 dönemindeki
politikalarına karşı genel bir reaksiyonun ifadesiydi. Düzene
muhalif hemen herkes, bütün hoşnutsuz kesimler DP’yi desteklemişti.
DP’nin işbaşına gelmesiyle Kemalist güçlerin parlamento ve yönetim
üzeindeki kontrolü kalkmıştı. Ordu ve bürokrasi ayrıcalıklarını
yitirme korkusu içindeydi. Türkleştirme projesi de kesintiye
uğrayabilirdi. Devlet sınıfları misilleme hazırlığı içindeydi.
50’lerin sonlarında DP hükümetine karşı patlak veren olaylar
kendiliğinden olmaktan çok, darbeyi meşrulaştırmak için CHP ve Ordu
tarafından planlanmış görünürler.
Çok geçmeden DP’yi deviren 27 Mayıs geldi (1960).
27 Mayıs, Kemalist bir darbeydi. Hegemonyasını restore etmek isteyen
asker-sivil bürokrasınin, bunda çıkarı olan kentsel azınlığın bir
tertibiydi. CHP, bu kentsel azınlığın partisiydi.
27 Mayıs Anayasası, ifadesini bu anayasada bulan siyasi rejim modeli
(siyasal sistem), azınlık diktatörlüğünün recetesidir. Bir azınlığın
çoğunluk üzerinde kendi tahakkümünü nasıl sürdürebileceğini merak
edenler bu anayasayı incelemelidir. İki meclis, icraacı bir kurum
olarak hükümet-üstü yetkilere sahip MGK, Cumhurbaşkanlığı ve Anayasa
Mahkemesi gibi seçilmemiş kişi ve kurumlara tanınan yasaları veto
veya iptal hakkı, başka deyişle “egemenliği millet adına kullanma
yetkisi”, ordu müdahalelerine anayasal meşruiyet kazandırmak için
TSK İç Hizmet Kanunu’na eklenen 35’inci Madde, vd, vd.
Tüm bu tedbirler “millet iradesi”ne karşı, parlamentoya, çoğunluğun
desteğine sahip olacak parti ve hükümetlere karşı bir azınlık
diktatoryası için özel olarak düşünülmüş tedbirler ve
mekanizmalardı.
Seçilmiş parlamento ve hükümetlerin gücünü sınırlamak ve kontrol
etmek üzere tasarlanmışlardı.
Bu mekanizmalar Türkleştirme projesinin selameti için de elzem
görülmüştür. Sonraları bunlara %10’luk oy barajları ve diğer gibi
malum önlemler ilave edildi.
27 Mayıs Anayasası’nı ve onun öngördüğü siyasi rejimi demokratik
olarak tanımlayanlar demokrat olamazlar. Bu anayasa ve öngördüğü
rejim bir azınlık tahakkümü idi. Bu anayasa ile yasaklanmış uluslar,
diller, ideolojiler de cabası.
12 MART 1971
Bir bütün olarak bakıldığında 27 Mayıs Anayasası’nın ve öngördüğü
siyasi sistemin azınlık diktatörlüğüne tekabül ettiğini (hakim Türk
unsurun hakim azınlığı), böyle bir model olarak tasarlandığını
söyledik. Bu modelin demokratik olarak tanımlanması olanaksızdır.
Ama içerde kentli sınıfların desteğini almak ve dışarıya demokratik
bir görünüm sunmak için kağıt üzerinde bazı demokratik haklar
tanıdığı doğrudur.
Ne var ki 1960’larda hem kent-kır dengesi, hem de kentli sınıfların
kendi içindeki güç dengeleri hızla değişti. DP geleneğini temsil
eden AP de, artık sadece kırsal sınıflara hitap etmiyordu.
İktisadi ve sosyal dengelerdeki bu değişime 1960’lardaki hızlı
uyanış eklendi. Öyle ki, 27 Mayıs Anayasası’nın kağıt üzerinde
tanıdığı demokratık haklar çok geçmeden toplumsal ve ulusal
muhalefetin elinde bir silaha dönüşmüş, daha 1965’te Süleyman
Demirel’e “Bu anayasa ile ülke yönetilmez” dedirtmişti. Siyasal
mücadelenin vardığı düzey iktidarı yönetemez hale getirmiş, bunun
sorumluluğu da 27 Mayıs Anayasası’nın tanıdığı hukukun fazlalığına
fatura edilmişti.
Türkiye halklarına demokrasinin bu kadarı bile fazla görülüyor ve bu
kadarlık bir demokrasinin varlığı bile Türk egemenlik sistemini
iktidarsız kılmaya yetiyordu. Demokrasi, hep olduğu gibi Türk
devletinin çıkarlarına ve projelerine aykırı bir sistem olarak
görülüyordu.
12 Mart (1971)’ın asıl hedefi yükselen muhalefeti bastırmak için “27
Mayıs rejimini” değiştirmek, daha doğrusu muhalefetin elinde birer
silaha dönüşen demokratik hakları geri almaktı.
Ama bu amacına ulaşamadı.
12 EYLÜL 1980
12 Mart’ın tam olarak bastırmayı başaramadığı işçi hareketi, Kürt ve
Alevi muhalefeti 1971-73 yılları arasında yeniden yükseldi. 1977/78,
muhalefetin doruk noktasıydı. 1979 yılında alınan “24 Ocak Kararları”
yeni bir askeri müdahalenin habercisiydi. Bu kararlar yeni ve daha
baskıcı bir rejim kurulmaksızın hayata geçirilemezdi. 1974’ten beri
ekonominin bozulduğunu, ülkenin ağır bir bunalım içinde olduğunu
söyleyen Vehbi Koç, ücretleri donduracak ve anarşiyi önleyecek
“kuvvetli bir hükümet gerekli” diyordu. Bu aynı yıl ordu ilk uyarı
mektubunu, 2 Ocak 1980’de ise ikinci uyarı mektubunu veriyordu.
Ecevit bile, 21 Şubat 1980’de, 24 Ocak Kararlarının siyasal anlamını
“Türkiye müdahale noktasına getirilmek isteniyor” diyerek izah
ediyordu..
12 Eylül’ün kararı çok önceden verilmiştir. Ama kamuoyunda
müdahaleden başka çıkar yol kalmadığı inancının yerleşmesi için
darbe tarihi daha ileriye sarkıtılmış görünüyor.
1975-78/9 arasında Milliyetçi Cephe ortaklarının arka çıktığı
Türkiye çapındaki Ülkücü saldırıları bugünden geriye doğru
bakıldığında darbeye bahane ve ortam hazırlamak için derin devletin
düğmeye basması üzerine yaşanmış olaylar gibi görünüyorlar. Maraş,
Çorum, Fatsa olayları bu süreçte ortaya çıktılar. Zaten bu süreç
boyunca MHP ve CGP açıkça ordu müdahalesi için çağrı yapıyor,
Polis-Ordu-Ülkücü ittifakı tarafından Alevi kırımları yapılıyordu.
12 Mart’ın yarım bıraktığını tamamlamak üzere planlanan müdahale 12
Eylül’de gerçekleştirildi (1980). 12 Eylül Anayasası, “12 Eylül
rejimi”nin ifadesiydi.
Bu rejimin ve kurulduğu tarihin ne anlama geldiği açık: Kırımlar,
haipshaneler, işkenceler, kitlesel sürgünler...
1967/68’den sonraki süreçte işçi hareketi, Alevi muhalefeti, Kürt
hareketi, faşist hareket ve siyasal islam hep birlikte sahnedeydiler.
12 Mart ve 12 Eylül’de darbeciler işçi hareketine, sola, Kürt ve
Alevi muhalefetine karşı milliyetçi-ırkçı ve İslamcı güçleri
yanlarına çekerek karşı bir denge yaratmaya çabaladılar. İslamcı
hareketin tüm bu çatışmalarda Kemalist devlete yakın durduğu, sola,
Kürt ve Alevi muhalefetine karşı Kemalistlerle işbirliği yaptığı da
hatırlanmak zorundadır.
Cevaplar: