A.B.D. (SANAT VE MİMARLIK)


Amerikan Mimarisi Dökme-Demir Mimarisi
Sömürge Dönemi Mimarisi Gökdelen Mimarisi
Devrim Sonrası Mimarisi Modern Mimarlık
Canlandırmacılık Üslupları Savaş Sonrası Mimarisi
Aşırı Gerçekçilik

İlk sömürgelerin kurulmasından bu yana, Amerikan sanatında iki karşıt güç birlikte varolmuştur. Amerikalı sanatçılar bir yandan kendi kültür mirasları ile Avrupa'da sürüp giden yenilikçiliğin bilincinde olmuş, öte yandan da Avrupa'ya özgü biçimleri kendi yerel konumlarının koşullarına uyarlamak zorunda kalmışlardır. Elbette rakip güçler arasındaki bu etkileşim yalnızca amerikan sanatına özgün değildir (her tür sanat bir gelenek üçünde gelişir); ama Amerikan deneyimini diğerlerinden ayıran  o geleneğe getirilen karşıtlıkları aynı bileşkende toplama yaklaşımıdır. Ülkeye ilk yerleşenlerin çoğu dinsel ya da siyasal sürgünler oldukları için, bu karşıtlık onlar için açık bir gerçekti. Ancak vijdan ve inancın baskılarına rahmen, Avrupa gelenekleri varolmayı sürdürdü. Böylece ilk Amerikan sanatı ve mimarisi de, yeni ve çoğu kez düşman bir dünyada, yani sömürgede yaşayanların ivedilikle giderilmesi gereken gereksinimleri karşılayacak biçimde değişikliğe uğratılmış olan Avrupa üslup ve tarzlarının uyarlamasıyla sınırlı kaldı.


AMERİKAN MİMARİSİ

Mimarlık el değmemiş bir ülkede en hızlı gelişen sanat biçimi, kendisine en çok gereksinim duyulan sanat oldu. Günümüze kadar gelmiş ilk binalar Virginia ve Massachusetts'deki ilk koloni yerleşimlerinin çekirdeğini oluşturan konutlar, toplantı evleri ve kiliselerdir. Prenses Anne County, Virginia'daki Adam Thoroughgood Evi gibi ilk konutlar, planları ve kuruluşları açısından basit binalardı ve geç Ortaçağ ya da Tüdor üslubundaki İngiliz evlerini andırıyorlardı. Tasarım açısından en yenilikçi olanları, New England toplantı evleriydi; çünkü ayrılıkçılar, İngiltere'nin hükümet tarafından resmen tanınmış kilisesiyle herhangi bir bağlantıdan kaöınmaya çalışıyorlardı. Hingham Massachusetts'deki Eski Gemi Toplantı Evi (1681) gibi bu güzel binaların planı ya kare ya da dikdörtgen biçimindeydi, ve kuzey kentlerinin odak merkezini oluşturuyorlardı.


SÖMÜRGE DÖNEMİ MİMARİSİ

Koloniler serpilip geliştikçe daha özenli yapılara gereksinim duyuldu. XVII.yy'ın  sonunda, Amerikan kamu binalarının çoğu Sir Christopher Wren'in 1666'daki Büyük Yangın'dan sonra Lonra'yı yeniden inşaa etmek için yaptığı tasarımlardan örneksenişti. Bunların en iyileri, her ikisi de Williamsburg, Virginia'da olan Collerge of William and Mary'deki Wren Binası (1695-1702) ile, Vilayet Sarayıydı (1706-20). Kentlerin rasgele büyümesini engellemek için, Thomas Holme'un 1682'yılında, O sıralarda İngilizce konuşan dünyanın Lonra'dan sonraki en büyük nüfuslu kenti olan Philadelphia için yaptığı "grid plan" (cadde ve sokakların planı) ile birlikte, kent planlaması kavramı ortaya atıldı. XVIII. yy'ın ortasında mimarlar, Kral George I'in adı verilen ve o sıralarda çok beğenilen ingiliz George üslubuna göre kiliseler, konaklar ve kamu binaları tasarımı yapıyorlardı.


DEVRİM SONRASI MİMARİSİ

Devrim sonrası, yeni cumhuriyeti simgeleyen bir üslup yaratma yolundaki ilk adımı Thomas Jefferson attı. Richmond'daki (Virginia) yeni kapitol binasının tasarımı için, bir Roma tapınağının Fransa'nın Nimes kentindeki Maison Caree'nin tasarımını temel aldı. Böylece çok eski bir yapım üslubunu modern kullanım için değiştirme biçimindeki Amerikan uygulamasının ilk örneğini vermiş oldu. Virginia Eyaleti kapitolü (1783-96), hem bina ve hem de simge olarak, Jefferson'ın kafasında canlandırdığı türdeki bir hükümeti barındırmak için yapıldı ve Maison Caree, Amerikan kamu binaları için bir model oldu.

Jeferson, monarşi ve sömürgecilik izlerini taşıyan George mimarisinin yerine geçen anıtsal klasikçilik (Yeni klasik akım) üslubunu başlatmada etkili oldu. Anıtsal klasikçilik Amerika Birleşik Devletleri adını taşıyan siyasal ve toplumsal yapıyı temsil etmeye başladı. Klasikçilik yanlısı mimarlar, ilk tasarımı (1792) William Thornton ve Stephen Hallet tarafından yapılan binaların tasarımını yapmakla kalmadılar; demir, beton ve cam gibi malzemeleri sık kullanarak modernleştirilen fabrikalar, okullar, bankalar, tern istasyonları ve hastaneler yaptılar. Amerika'daki ilk işini Jeferson ile birlikte Richmond kapitolünde çalışarak gerçekleştiren İngiltere doğumlu Benjamin Latrobe, Amerikan klasikçiliğini olgunlaştırdı. Latrobe, Penssylvania Bankası (1798-1800) Centre meydanındaki Pompa Binası (1800) ile Baltimore'daki Roma katolik katedrali (1806-21) gibi işlevleri birbirinden çok farklı binalar için yeni biçimsel görünüşler tasarladı. 1815 yılında, 1812 savaşı sırasında içi yangın yüzünden bütünüyle tahrip olan Washington Kapitolü'nün yeniden yapımına nezaret etmek için seçilen Latrobe, gerçek anıtsal bir Amerikan mimarisi yaratmaya koyuldu. 1817'de Boston'daki Massachusetts Genel Hastanesini henüz tamamlamış olan Charles Bulfinch'in yardımını sağladı. İki Kapitol'ün bellibaşlı ilk yapım aşamasının planlarını birlikte tamamladılar.


CANLANDIRMACILIK ÜSLUPLARI

Klasikçilik tarzında en önemli mimarlar Latrobe ve Bulfinch'ti. Onları izleyen kuşak, Yunan biçimlerini, Roma biçimlerini tercih etti ve Yunan Canlandırmacılığını üretti, Yunan canlandırmacılığının üsluba bellibaşlı katkısı, konutlarla kamu binaları için ilk Yunan tapınaklarındaki üslubun bir değişime uğratılmasıydı. Üslubun etki alanı hızla kuzey,güney ve batıya yayıldı. Bu güne gelen başlıca örnekleri, William Strickland'ın Philadelphia Ticaret Borsası (1832-34) ile Alexander Jackson Davis'in New York'taki La Grande (Lafayette) terasıdır (1932-36) 1850'li yıllara kadar, klasik canlandırmacı üsluplar, Amerikan mimarisinde bir daha asla bu boyutlara ulaşamacak bir birlik yarattı.

Ama Amerikalı mimarlar, 1810'dan önce bile İngiliz çağdaşlarının yolunda ilerleyerek, Amerika'ya rakip bir üslubu sunmaya başlamışlardı: Gotik canlandırmacılık. İngiltere'de romantizmin yükselişiyle birlikte ortaya çıkan bu akımın, kuruluştan sonra ilk entellektüel gelişimini romantizmi çok iyi tanıyan bir ülke tarafından devralınması, duruma uygundu. Gene bu üslubun doğal olarak kilise mimarisine de uygulanmasına şaşmamak gerekir. Çok yapıt vermiş bir kilise mimarı olan  Richard Upjohn, New York'ta yaprığı Trinity Kilisesi'ni (1839-46), Gotik Canlandırmacılık kiliselerinin modeli haline getirdi. Üslup kolaj binalarında da yaygın bir biçimde kullanılarak bu kurumlar prestij sahibi İngiliz üniversiteleri Oxford ve Cambridge ile özdeştirildi.

İç Savaş'tan önce, Roman, Mısır ve İtalyan villa üslubu gibi başka canlandırmacı üsluplar da  denendi ama, bunlar daha az uygulama alanı buldular. Andrew Jackson Dowming'in savunduğu orta sınıf için dağ evi mimarisi daha yaygındı. Makul fiyatlı ve iyi inşaa edilmiş olan bu Dowming tasarımları, hem inşaat hem dekorasyon malzemesi olarak tahtanın olanaklarını sonuna kadar kullanıyordu.


DÖKME-DEMİR MİMARİ

Önemli bir gelişme de, çok miktarda demir kullanımı gerektiren sanai ve ticari yapıların çoğalmasıydı. Önceleri, ileri teknoloji de bir planlama gerektiren yapılardan, mimarlardan çok mühendisler sorumluydu. Dökme ve dövme demir sütunlar, daha ağır duvar yapımının yerini alınca daha hafif bir iskelet bina etmek, prefabrike modüller kullanmak ve cepheye daha fazla cam koymak mümkün oldu. Bir makine mucidi ve imaltçısı olan James Bogardus, New York'taki "Dökme Demir Binası"ndan (Laing Mağazaları; 1848) da anlaşılacağı üzere, çoğunlukla dökme demir mimarisinin gelişmesini sağlayan kişi olarak kabul edilmektedir. New Yok Dünya Fuarı (1853) için önerdiği, aynı zamanda New Yok Kristal Sarayı'da denen Sanayi sarayı planında ve New Yok'taki Wanamaker adlı süpermarkette (1859'da yıkıldı) bu tür bir mühendislikle inşaa edilen bina tipini, o zaman varolan sınırlarına kadar ilerletmiştir.

Her ikisi de bina yapımını geçici olarak durduran 1857'deki borsa bunalımı ve İç Savaş'tan sonra Amerikalılar ülkenin hızla artan nüfusunu  gözle görülür biçimde simgeleyen bir üsluba yöneldiler. Konaklar Hükümet binaları ve belediye binaları, kendi imparatorluk emellerini desteklemek için Fransa'da Napoleon III'ün ortaya attığı ve John Mc Arthur'un heybetli Philedelphian Kent binasının (1874-1901) bir örneğini oluşturduğu ikinci imparatorluk üslubuna göre tasarlanıyordu. Gotik canlandırmacılığın Victoria dönemine uzatılması da büyük önem taşır. John Ruskin'in yazılarının esin verdiği bu akım, zanaatkarlığı vurguluyor ve yeni cürretkar etkiler yaratmak için mimari ayrıntıların kullanılmasına izin veriyordu. Victoria gotik üslubunda yapıtlar veren iki büyük mimar yetiştirdi: Frank Furness ve Henry Hobson Richardson. Furness tamamen kendine has bir özgünlükte yapıtlar yaratırken, Richardson da canlandırmacılık üslubunun çerçevesi içinde yeni bir imgelem yarattı.

Latrobe'dan sonra gelen en bağımsız ve hayal gücü en kuvvetli mimar olan Richardson, Boston'un Trinity kilisesine (1872-77) yeni bir Roman biçimi verince üne kavuştu. Kiliseler dışında, çok sayıda konut, kütüphane,tren istasyonu, belediye binası ve ticaret binası hatta bir hapishane bile yaptı ve bunların her biri için kendi özgü modeller yarattı. Roman üslubunun, Amerika'ya özgü her yana yayılan enerji ve dinamizmi ifade ettiğine inendığı için, onu tercih ediyordu. Ama aslı yeni ufuklar açan yapıtı, Chicago'daki Marshall Field Tield Toptan Satış Mağazası (1885-87) oldu. Hem Roman Üslubunu hatırlatan, hem de Richartson'un büyük boyda kütleleri üst üste sıralama duygusunu dile getiren rüstik duvar işçiliği ve kat kat kemer düzenlemesi, daha sonraları mimarın izinde yürüyen Chicago'lu mimarlarca gökdelen tasarımı sorunlarına uygulandı.


GÖKDELEN MİMARİSİ

Burada yüksek ticari bir yapı olarak tanınacak gökdelen, Amerika'nın mimarlık tarihine yaptığı özgün bir katkıdır. 1850'lerde Philedelphia'da inşaa edilen birkaç katlı ticari binalar, gökdelenlerin habercisi olmuştu. Ama gökdelenlerin bir gerçeklik haline dönebilmesi için, mimarların asansörü de yapı içine sokması gerekiyordu. Bu iş, 1950'lerden başlayarak New York'ta gerçekleştirildi. Ancak gökdelen tasarımının kısa süre içinde yetkinliğe kavuşturulduğu kent, Chicago oldu.

Kentin ticari binalarının çoğunun, 1871'deki Büyük Yangın'dan sonra yeniden yapılması gerektiği için, Chicago mimarlar için kusursuz bir deneme alanı oluşturdu. Bu mimarlar arasındaki en seçkin isimse, Louis Sullivan'dır. Sullivan ve ekipler hailnde çalışan başka mimarları, Chicago Mimarlık Okulu'nun niteleyici simgesi olan cam kafesi geliştirdiler. William Holabird ve Martin Roche'un Tacoma Gökdeleni, Daniel H. Burnham ve John Wellborn Root'un Reliance gökdeleni ve Sullivan'ın Gage gökdeleni, gökdelen gelişimindeki aşamaların önde gelen örnekleridir.

Ama tam da Chicago'da özgün ve cüretkar bir mimari doğarken, New York'taki Mc Kim, Mead and White firması da, Boston Halk Kütüphanesi (1887-98) gibi etkileyici kamu binaları için anıtsal bir "Güzel Sanatlar" Üslubunu başarıyla sundu. Canlandırmacı üsluplara yönelik bu tercih, ilginç bir çeşitlemelerle XX.yy'ı buldu. Örneğin, New York, dünyanın en yüksek binasını gerçekleştirmek için bir kampanya başlattığı zaman, süsleme sistemleri canlandırmacı üsluplara uyarlandı ve sonuçta ortaya en iyi bilinen gotik gökdelen olan, Cass Gilbert'in New York'taki Woolworth gökdeleni (1913) çıktı


MODERN MİMARLIK

Modern mimarlık için bir yandan Frank Lloyd Wright'ın parlak yeteneği, öte yandan Bauhaus mimarları, Walter Gropius, Marcel Breuer ve Ludwig Mies van der Rohe'nin yapıtları aracılığıyla Avrupa modernizmine nüfuz etmesi ve Eric Mendelson ile Eliel Saarinen'in bağımsız işleri, canlandırmacı üsluptan çok daha fazla önem taşıyordu. Meslek Yaşamının ilk dönemlerinde Sullivan'ın yanında Chicago'da çalışmış olan Wright, " gerçek Amerikan ruhu"nun Batı'da ve Ortabatı'da  biçimlendiğine inanırdı. Bu inanca göre hareket ederek, kendisine uluslararası çapta ün kazandıracak olan evlerin tasarımını gerçekleştirdi. Wright'nin "çayırlık evleri" yataydı, çoğu kez tek katlı, odaları sürekli bir açık mekanda birleşirdi. Wright düş gücü yüksek bir adamdı. Uzun meslek yaşamı sona ermeden, Tokyo'daki İmperial Hotel Binası (1916-22; yıkıldı), Racşne'deki Johson Wax Company gökdeleni (1936-59) gibi birbirinden çok farklı binaların tasarımını yaptı.

Avrupa modernizmi, yerli direnişe karşın (Wright'ın, New Yok'taki Modern Sanat Müzesi'nde 1932'de sergilenen uluslararası üsluptaki mimarinin "Amerikan niteliği taşımadığı" yolunda itirazları da buna dahil), 1930'dan sonra Amerika'nın kent ve sanai kültüründe varlığını hissettirdi. Gropius, 1938'de Harvard'ın Graduate Tasarım Okulu'na mimarlık bölümü başkanı olarak atandıktan sonra, birçok genç Amerikalı, Alman Bauhaus'unun düşünceleri doğrultusunda eğitildi.


SAVAŞ SONRASI MİMARİSİ

Avrupa Modenizminin sade, kutumsu biçimleri, İkinci Dünya Savaşı'nı izleyen inşaat patlaması sırasında, Bauhaus yoluyla Amerikan kent peyzajlarına egemen oldu. Le Cour Busier ve Wallace K. Harrison'ın gözetiminde 1947-53'te inşaa edilen Birleşmiş Milletler Kopleksi'nde ve Ludwig Mies van der Rohe ile Philip Johnson'ın Seagram gökdeleninde olduğu giibi, büyük gök delenlerle başka binaların tasarımlarında cam perde-duvar konstrüksyonlarından yararlanılması, özel bir önem taşır.

1970'li yılların prtasındaysa, uluslararası üslubun sade, süssüz"cam kutu"suna duyulan ve başını, başka birçok kişinin yanısıra Michael Graves, Robert A.M. Sterm, Robert Venturi'nin ve aynı zamanda da  uluslararası üslubun Amerika'daki başlıca taraftarı olan Philip Johnson'ın çektiği tepki de baş göstermişti. Bu mimarlar bir kez daha renk ve dekorasyon kullanımına döndüler ve sütun gibi, bir zamanlar bir kenara atılmış mimari donanımları yeniden hayata geçirdiler. Postmodern mimari, birkaç uç söylem meydana getirmiş olabilir ama bu akım Amerikan mimarisine yeni bir hayatiyet de kazandırmıştır.


AŞIRI GERÇEKÇİLİK

A.B.D.'nde 1960 yıllarının sonunda ortaya çıkan, 1968'de New York'ta Vassar Art College Gallery'deki Realism now sergisiyle kendini kabul ettiren sanat akımı.

Aşırı gerçekçilik (hiperrealizm) akımı kısa sürede Avrupa'da, özellikle de Fransa'da bir okul niteliği kazandı. Bu okula bağlı ressam ve heykelcilerin ilk önemli gösterisi, 1971 Paris İkiyılda bir sergisi'nde gerçekleşti. Figüratif sanatın görevi, gerçeği açıklamak amacıyla üretmek, yani anlamı ortaya çıkarabilecek güçte bir biçimsel simgeler bütünü yardımıyla, gerçeği hissedilir kılmaktır; oysa aşırı gerçekçilik, gerçeği açıklamak yerine, yalnızca bilgi aktaran bir üretimi amaçlar. Bu nedenle aşırı gerçekçilikten söz ederken bilgi aktaran gerçekçilik ya da nesnel gerçekçilik terimleri kullanılır. Sanat yapıtına özgü uzamın, gerçek uzamı elden geldiğince yansıtabilmesi için, aşırı gerçekçi ressamlar, fotoğrafçıların ve sinemacıların çerçeveleme tekniğini benimsemişlerdir; ayrıca profosyönel reklamcıların yararlandıkları tekniklere başvururlar: Görüntünün tuval üstüne fotoğraf biçiminde aktarılması; aerograf (basınçlı havayla işleyen boya püskürtme tabancası) kullanımı; vb. Aşırı gerçekçi heykelcilerse, insan bedeninin mulajlarını (kalıplarını) hazırlamaya girişmişlerdir.

Hosted by www.Geocities.ws

1